Amerikan “establishment”ının en önemli kurumları, kaya gazı, ileri teknoloji ve savaş sanayii sektörleridir. Bunlara 5. dönem endüstriler de diyebiliriz.
Kamala Harris ve Biden ikilemini incelediğimizde, siyah hakları, kadın hakları ve küresel ısınmaya karşı mücadele, petrol karşıtı mücadele ve yeşilci bir söylem içindeyken Ukrayna savaşıyla birlikte kaya gazı ihracatının artmasıyla birlikte çevrecilerin büyük eleştirileri olmuştu. Adaylıktan önce Biden’ın yardımcılığı dönemde savaş karşıtı bir politika izlerken, “establishment” ile taban tabana çelişen bir konumda yer alacaktır. Ancak adaylığından sonra yaptığı ilk konuşmasında ABD savaş makinesinin en ölümcül ve ileri noktaya gideceğini vurgulamıştır. Yüksek teknoloji ve savaş sanayii gibi “establishment”ın en büyük yatırımlarının en büyük müşterisi olan ABD devletinin bu politikalardan vazgeçmeyeceğini vurgulamıştır.
Çevre alanlarda yerel savaşlar çıkararak ABD savaş sanayiinin pazarlarını oluşturmak politikasını aynen devam ettireceğinin sinyallerini vermiştir. Bu anlamda, Başkan Yardımcısı Kamala profili ile başkan adayı Kamala profili arasında ciddi bir fark vardır. Bir başka deyişle Amerikan establishment’ının karşısındaki Demokrat adaydan “establishment” talepleriyle yüzde yüz uyumlu bir Kamala’ya ulaşılmıştır.
Trump ise kırsal bölgelerdeki halkın çıkarlarını savunan ve Uzakdoğu yerine Amerika’da yatırımları öne çıkaran bir strateji izlemektedir. Halbuki, Trump sadece kırsal alanlara dayanarak seçimi kazanamaz. Ukrayna savaşına karşı tavır alarak da kazanamaz. Trump da yeni açıklamalarla savaş sanayii ve petrol sanayiini destekler pozisyon almıştır.
***
Küresel sistemin finans ağlarının oluşturduğu yapı ve bu yapının yerleştiği yüksek teknoloji alanları oligarşik bir yapı olarak Amerikan sisteminin türevleridir. ABD merkez olarak California’da (Silikon Vadisi) odaklanmıştır. Uluslararası alanda ülkeler arası çatışmaların yaşanması ekonomik plandaki bütünselliği gölgelemez. Ekonomik yasa küresel bir akışa dayanmaktadır. “Fiber emperyalizm” olarak adlandırdığım bu yapı, dijital bir faşizm ile tüm dünyayı kontrol eden bir yapıya dönüşmüştür. Bugünkü sistemin temeli budur. Bu temel, savaşların varlığına ve savaşlarda tüketilen ana ürünün silah olmasına dayanan bir sistemdir. Belli bir merkezde establishment olarak ortaya çıkan kapitalizm, ilerici bir yapı sunmamakta, dünyayı tümüyle yaşanmaz bir yapıya dönüştürmektedir.
Emperyalizm kavramını ABD ile sınırlamamak gerekir. ABD’ye karşı olmak, Çin’e karşı olmak veya Avrupa’ya karşı olmak aslında aynı sistem içinde yer alan yapılanmaya karşı olmaktır. ABD’deki establishment’a karşı olmak Çin, Japonya ve Güney Asya’daki oligarşilere de karşı olmayı gerektirir. ABD ile sınırlı bir antiemperyalizm dünya sömürü yapısından çok uzakta kalınmasına neden olur. ABD’ye karşı Çin’in yanında yer almak, antiemperyalizm değil emperyalizmin bir bölümüne karşı diğer bir bölümünün safında yer almak demektir.
Küresel çelişki, ABD ile Çin gibi ülkeler arasında değildir. Finans oligarşisinin oluşturduğu küresel yapılanma, onun Asya’da oluşturduğu oligarşik endüstriler veya ABD’nin yüksek teknolojili “establishment”ının oluşturduğu yapının kendi içinde küresel bir konsensüs ile oluşturduğu hegemonik yapıdır. İleri teknolojiden aşağıya doğru, “establishment”tan oligarşiye doğru giden bir yapı söz konusudur. Ana çelişki, küresel halkların ve sınıfların bu sistemle çelişkisidir. Olay bu şekilde değerlendirilmelidir.
***
Sermaye birikimi ABD’de yüksek teknolojiye yönelirken terk edilmiş üretim sektörleri ise Almanya ve Japonya’ya göçmüştür. Bunun ekonomik nedenlerini önceki yazılarımızda anlatmıştık. Siyasi nedenlerini de inceleyelim.
İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’yı yıkan Amerikalılar, Rusya’nın Avrupa’yı ele geçirmesini engellemek için Almanya’nın yeniden inşasına odaklanmışlar ve ABD’den gelen sermaye buraya yerleşmiştir. Benzeri Japonya’da da yaşanmıştır. Atom bombasıyla yok ettikleri Japonya’yı ayağa kaldırmak için Amerikan sermayesi buraya da girmiştir. Bunun doğal devamı olarak Kore, Malezya, Singapur ve en son Çin’e girilmiştir. Almanya’daki Amerikan yatırımları aslında Stalin’in Avrupa’da yayılmasını engellemek içindir. Benzer şekilde Japonya’nın komünistler tarafından ele geçirilmesinin önüne geçmek istenmiştir. Çin’de ise Maoculuğun tükenişi ve ekonomik açıdan çözümsüzlüğüne çözüm bulmak ve kitlesel üretime geçilebilmesi için Kissinger ile Deng Şiao Ping anlaşarak Mao’nun Çin’ini kapitalist Çin’e dönüştürülmüş ve bugünkü Çin’in temelleri atılmıştır. Çin’deki bu yapılanma ABD’nin dünya savaşı sonrası Almanya ve Japonya’daki yatırımlarından farklı değildir. Bu nedenle ABD ile Çin arasında antagonist bir çelişki olamaz. Aynen dünya Savaşı sonrası ABD ile Almanya ya da Japonya arasında olamayacağı gibi. Çünkü ABD ile Çin arasında bir üretim bütünleşmesi yaşanmıştır. Trump’ın da bu anlamda Çin’deki üretimi ABD’ye getirme projesi hayalcidir. Diğer taraftan, Çin’in ihracat yapamaması ve batması dünyanın batması anlamına gelecektir. Çünkü Çin sadece ihracatçı değil, aynı zamanda tüm dünyadan hammadde ithalatı yapan bir ülkedir. Çin’in batması tüm dünyadaki kapitalist ticaret zincirinin çökmesi anlamına gelecektir.
Wallerstein ile başlayan Frank ve Arrighi’nin devam ettirdiği tezlere göre, sermaye bir coğrafyadan diğerine geçebilir. Bu geçmişte şu şekilde yaşanmıştır: Venedik’ten Hollanda’ya, Hollanda’dan İngiltere’ye ve son olarak İngiltere’den ABD’ye. 90’lı yıllarda sermayenin ABD’den Japonya’ya geçtiği ileri sürülmüştür. Ancak yaşananlara bakıldığında bu tez çürümüştür. Benzer şekilde, bugün de sermayenin ABD’den Çin’e geçtiği tezi ileri sürülmektedir. Bu doğru değildir. Kapitalizm küresel bir bütünlük içinde belli bir merkez tarafından kontrol edilmektedir. Bu, sanıldığı gibi merkez-çevre ilişkisinde daralan bir yapı değil, küresel anlamda merkezin etrafında oluşan uydular şeklindedir. Güneş sistemi gibi, merkezde güneş, etrafta gezegenler/uydular.
Eskiden “yeni merkez” olduğu iddia edilen Japonya, bu iddiasından birkaç on yılda vazgeçmiştir. Dolayısıyla merkezin ABD’den Japonya’ya kaydığı tezleri yanlış çıkmıştır. Benzer şekilde bugün de merkezin Çin’e geçtiği tespitlerinin gelecekte yanlış çıkacağı görülecektir.
Teknolojinin aşırı yükselmesi ve katkı değeri yüksek bir üretimin ortaya çıkması söz konusudur. Sermaye, kârlılığı azaldığı için eski teknolojiyi terk eder. Böylece, eski teknoloji, sermaye ile beraber farklı üretim alanlarına gider. ABD’deki sermaye, 1980’lerde yüksek Silikon Vadisi’ne yerleşirken eski teknoloji Kore, Almanya ve Japonya’ya gönderilmiştir. Bu anlamda, sermaye bir coğrafyadan diğer coğrafyaya gitmek gibi basit bir döngü içinde hareket etmez. Olgu, daha kompleks bir yapıdır. Yeni teknoloji “kıskanç” bir şekilde merkezde tutulurken eski teknoloji çevreye göçer. Bu önce ithal ikamesi olarak başlamıştır.
Bu anlaşılmadan küresel sermaye hareketleri kavranamaz. Siyasette de yapılacak yorumlar hatalı olacaktır.
***
Ekonomiler niteliksel ve yüksek teknolojik özellikleriyle sınıflandırılmalıdır. Üretim hacmine bakarak ekonomiler mukayese edilmemelidir. Çin, hacim olarak dünyanın en büyük üretimini yapmaktadır ancak ABD kaya gazında, savaş sanayiinde ve petrol sanayiinde yüksek nitelikte bir teknolojik merkez oluşturmaktadır. Üretimin gelişiminin ana itici gücü ileri teknolojilerin oluşturduğu merkezlerin ortaya çıkmasıdır.
Merkez yüksek teknoloji sayesinde güneş sistemindeki güneşin yerini tutarken, diğer ülkeler, aslında çok kutupluluğu değil, geri teknolojiyle üretim yapan ve teknolojik olarak merkezden beslenmek zorunda kalan uyduları yani bir benzetme yapmak gerekirse güneşin etrafındaki gezegenleri oluşturmaktadır. Örneğin Çin’de tersine mühendislik yapılarak Amerikan merkezli teknolojinin bir versiyonu yaratılmaktadır. Tabii Amerikan teknolojik merkezinin izin verdiği ölçülerde.
Merkezde Apple ürünleri üretilirken, Çin’de Huawei üretilmektedir. Ancak merkez için en gizli teknolojiler olan füzeler, uzay sanayii ya da kaya gazı teknolojisi yalnızca merkezde saklanmakta, Çin’e veya diğer ülkelere gönderilmemektedir.
***
Amerikan savaş makinasının tüm alt merkezlerde egemen olma noktasındaki iddiası ve bu anlamda tüm dünyadaki üretim sistemini kontrol etmesine dayanan bir siyasetin sonucudur.
ABD’deki iktidara gelecek yönetim “establishment”ı ve küresel oligarşiyi, savaş makinasını dengeleyecek bir yapılanma olacaktır. Bu ihtiyaca Kamala mı Trump mı cevap verecektir? ABD’deki asıl tartışma budur.
Bu politikayı sürdürecek yönetim Amerikan şirketlerindeki Ar-Ge merkezleri, şirketin en büyük fon ayırdığı merkezlerdir ve dünyanın en gizli sırları bu Ar-Ge merkezlerindedir. Dünyanın en büyük casuslukları da burada yapılmaktadır. Çevre bölgelerindeki ileri teknoloji bölgeleri yanıltmasın. Buralar aslında tersine mühendislik ve teknolojik casuslukla oluşmuş bölgelerdir. Savaş sanayiinin en ileri sırları en gizli şekilde saklandığı için Amerikan savaş sanayii bu uydu sistemini çevreleyen çekici güç olmakta ve güneşin diğer gezegenleri çekmesi gibidir.
ABD Başkanlığını kazanacak aday aslında bu sistemi sürdürebilecek kişi olarak görüldüğü için seçilecektir. İktidarın kazanılabilmesi kitlelerin oyunu almak dışında bu sistemi sürdürecek liderlerinin onayını almaya da bağlıdır.