Mudanya 6. Kitap Fuarı’nı da geride bıraktıktan sonra, kitap-insan ilişkileri üzerine her fuar sonrası düşündüklerimin hiç değişmediğini gördüm. Kitap, masallardaki varsıl bir beyin dünyalar güzeli kızı; okuyucu, kıt kanaat geçinen zamane memurunun yakışıklı oğlu gibiydiler! Üzerlerinde bin türlü renkli giysileri, içlerinde akıllara akıl katacak hünerleriyle, kapaklarının açılmasını bekleyen bu güzellere kolaylıkla sahip olmak yürek isterdi! Her daim olduğu gibi parayı bastırana gitti güzelim güzeller! İnsan-kitap ilişkisinin kabaca tanımı böyleydi. Durumu iyi, eğitimi yüzünden belli gençlerin, İleri Yayınları’ndan çıkan Güney Amerikalı devrimci Che’yi, 12 Mart faşizminde can veren Mahir’in ve Deniz’in kitaplarını okumaları bana gençliğimi anımsattı. Mustafa Kemal Atatürk’ü anlatan tüm kitapların satışı bence yine zirve yaptı. Fuarda, Atatürkçü, Ulusalcı ve Solcu yayınevi İleri’ye ayrılan bölümde yeni çıkan “Siyasal İslam ve Karizmatik Diktatörlük” adlı kitabımı imzalarken edindiğim izlenim şuydu: Bu ülke Atatürk’ten başka lider, Atatürkçülükten başka bir siyasal sistem istemiyor. Ne denli dayatılsa da toplum şişiyor ve güvendikleri tek komutan Atatürk’ün ileri komutunu bekliyor!
Bir haftalık fuarın sonunda kitaba para ayıramayan halkımızın büyük bir bölümü, kendilerini aydınlattığını sandıkları televizyonlarına geri döndüler! Bir başka fuara değin kitaplara veda ettiler. Mütareke Alanı’nda çadırlar kalktı, kitapsız bir dünyanın korkutucu sessizliği duyuldu. İstenilen de buydu! İnandıkları Kuran’ın “Oku!” emrine karşı kendi emirlerini sunuyorlardı sürekli: Okuma!
Okumuyoruz zaten!
Araştırmacı Sinan Meydan’ın belirttiğine göre; 1993 yılında Türkiye’de özel sektöre ait 21 kâğıt fabrikası varmış. Ancak Türkiye’nin kâğıt üretiminin yarıdan fazlasını SEKA karşılıyormuş. Örneğin, 1990’da 1.100.000 ton olan Türkiye kâğıt-karton üretim kapasitesinin 577.500 tonu (% 52.5)’i SEKA’ya, 522.500 tonu (%47.5)’i ise özel sektöre aitmiş. SEKA, 1997’de özelleştirme kapsamına alınmış, sonra kapatılıp belediyeye devredilmiş. SEKA’ya ait diğer fabrikalar da AKP iktidarında, 2000-2008 arasında satılmış. Cumhuriyetin 1936-1984 arasında 48 yılda kurduğu kâğıt fabrikaları, 8 yılda satıldı, kapatıldı.” ( 3 Ocak 2022 Sözcü)
Geldiğimiz nokta cahillik!
Şimdi, kâğıdı dışarıdan alıyoruz!
Yabandan aldığımız kâğıtların üzerine keskin solcular kapitalizmin, emperyalizmin, emekçi sömürüsü üzerine yazılar yazıyorlar, yüzlerce kitaba imza atıyorlar! Ne garip değil mi? Kâğıt vermeseler solculuk da yapamayacağız!
Paramız yok, okuyamıyoruz. Tiyatroya gidemiyoruz. Konserleri izleyemiyoruz. Sinemalar da kitaplar gibi el yakıyor. Kültür ve ögeleri insanımıza var, ama yok!
Kültürsüzlük bedava!
Öğrencisinden apartman görevlisine, emekçisinden köylüsüne, memurundan emeklisine kitap çok, ama yok!
Her alınan bir kitap, aydınlığa atılan bir adımdır. Okumayanın attığı adımlar onu ileriye taşır, evet; ulaşacağı yer, işi-evi- kahvesi arasındaki kısır döngüdür! Ufku yoktur, amacı yoktur, menzili yoktur, düşüncesi yaşamak ve ölmek arasındaki zamanı aç-açık kalmadan tanrısına yaraşır bir hürmetle bitirmeye odaklanmıştır. Varsıllık, kafasında yuvalanmış bir örümcek gibi beynini sarmalamıştır; o sınıfın içine girmeye cabalar, ama nafile!
Kitap insanın beynindeki o örümceği öldürür. Vicdanı, haklı kazancı, eşitlikçi düşünmeyi, sevgiyi, barışı, kardeşliği, inançsal özveriyi, emeğin kutsallığını öğretir insana… Emeğinin hakkını aramayı önerir… Varsıllığa özenmek yerine, içinde bulunduğun sınıf için mücadele etmeyi öğütler. Dünya halklarının acılarını, mücadelelerini; gelişmiş iseneden geliştiklerini, battılar ise neden battıklarını anlatır; tarihsel deneyimler aktarır. Bilimden inanca, tüm buluşların ve üretilen her düşüncenin ve emeğin salt insan ürünü olduğunu anlarsınız o kitaplarda… Zırvaların, hurafelerin, dinlerin, tarikatların, dinsel öğretilerin bir masalın verdiği tatlı uykudan ibaret olduğunu şaşırarak görürsünüz.
Kitabın bunca suçu varken onu okutmak, mantıklı mıdır?
İnançların ve cehaletin uyuttuğu bu insanları uyandırmak hangi sistemin işine gelir?
Almanya’nın işine gelmedi ve 1450 yılında kurduğu matbaada milletini uykudan uyandırdı! Oysa Osmanlı’da derin bir uyku hali vardı. Çünkü Padişah 2. Bayezid, 1485’te çıkardığı bir fermanla Müslümanlara Arapça baskı yapmasını yasaklamıştı. Lale Devri’nin yaşandığı 1727’ye kadar Osmanlı topraklarına matbaa giremedi. 300 yıl süren uyku, İbrahim Müteferrika’nın (Macar Ermeni’si) erken uyanmasıyla bitti! 1726 yılında ilk matbaa kuruldu. Şimdi hala neden ‘yarı uyanık’ gezindiğimizi kanıtlayan sararmış bir fotoğraftır bu tarihsel gerçek. Ayrıca, Osmanlının halkına dayattığı Arapçanın zorluğu, eğitimdeki okuma alışkanlığını öldürmüştü. Anadolu’daki Türk halkı Türkçeyi okuyamadı ama dilinde ve sazında kullanarak yaşattı ve yaşatıyor.
Türkiye’de eğitim sorundur gerçekten!
Laikler ve dincilerin kara tahta üzerinde yaptıkları bu savaş dünyanın en eski bilinen taktiğidir; dilini ve ulus bilincini köreltirsen o topluma sahip olursun. Bu gün o aşamadayız. Ulusal kazanımlarımız ve Türkçemiz büyük yıkım altındadır. Dinci yayınlarda, tüm TV ekranlarında güzelliği ile Türkçesi zıtlaşan sunucular halkın dilini yozlaştırmakta… Kötü bir Türkçe ile yüz yüze kalan yavrularımızın dili köreliyor. İnternet ve telefonlar Türkçenin bel kemiğini kırıyor. E, A gibi harfler sözcüklerin arasından yok oluyor; iletilerde, ‘geldim’ yerine ‘gdm’ yazılıyor! ‘Anlayan anlıyor’ savunması gülünç! Bunun adı düpedüz dil katliamıdır! Yazık ki, gençler bununu ayırdında değil.
Dilden, ulusal kimliğe, ekonomiden toplumsal bağdaşıklığa, siyasetten inanca, büyük bir karşıdevrim yaşıyoruz. Bilinçli ve yol haritası çizilmiş bu gerici ve dinci saldırı karşısında durabilmek, dayanabilmek, güç toplayabilmek ve Anadolu’yu yitirmemek için okumalıyız. Anadolu toprakların üzerinde kurulan ve yok edilen devletlerin deneyimlerini öğrenmeliyiz. Dinciliğin ve emperyalizmin kuralları değişmez ama kullandıkları araçlar değişir; şimdi daha kurnaz ve daha sevecendirler!
Kitaplar yalan söylemez…
Okuyalım!
Özellikle Atatürk’ün Nutuk’unu okuyalım.
Ulu Önder Mustafa Kemal’in bağımsızlık karakterini içselleştirelim. Laiklik bilincini, savaşçı direncini; cumhuriyetçi, devletçi, halkçı, özgürlükçü mücadelesini okuyalım. O’nu arkamıza aldığımızda hiçbir emperyalist güç Türkiye Cumhuriyetini ‘içten’ ve dıştan yıkamaz.
Fuarlar gelir geçer, ama yıkılan bir devlet yeniden kurulamaz. Kitaplar bunu öğretir bizlere… Altımızdan Anadolu’nun çekilmesine, özgürlüğümüzün yok edilmesine, İslam devletini düşleyenlere zaman tanımayalım.
Gidecek başka yerimiz yok!