“Yaşamın yapıtaşı atom değil yaşamın yapıtaşı enformasyondur.”
Yeni Bilgi Teoremi
Onkolog Hekim Dr. Murat Baş; bütüncül tıbbın öncü ve öğreticilerinden; akademik unvanlarını kullanmıyor. Bir bütün olarak günümüz tıbbının ilaç sanayine dayandığına dikkati çekiyor. Kadim Üstatları (meslektaşları) Hipokrat-Farabi-İbni Sina gibi düşünür “bilge-hekim” ve sanatçılar.
Bir hekim olarak söylem ve konuşmaları Türk Tıp Tarihi Perspektifi içinde sıralanıp düzenlendi.
Düşünme
Her düşünme, bir tasarımdır. Düşünme; verileri değerlendirip yeni fikir veya bilgi üretmektir.
Düşünen kişi üretir, üreticidir. Hazır düşünceleri alan kişi üretmez ödünç alır, çünkü o, tüketici ve avcı-toplayıcıdır.
Biz toplum olarak düşünmeyi ve düşünce üretmeyi pek sevmeyiz elde hazırı varken…
Bu konuda en fazla yapılan; Batı’da üretilmiş, fikredilmiş bilim ve teknolojisi, paradigması konmuş sistemlerin bayiliğini yaparız.
Bizde neden düşünce, fikir üretilemediğini, son 500 senedir bilim ve düşünce dünyasına hiçbir katkımızın olmadığını anlatan bir anekdot var.
Bilen Yönetir
Günümüzün önemli felsefe tarihçilerinden Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu anlatıyor:
“2013 yılında ‘El-Kanun fi’t-Tıb’bın (Tıbbın Kanunu) yayınlanışının bininci yılı idi. İbn-i Sina bu eserini ilk defa 1013’te birinci fasikülü yayınlamıştı. Bunun anısına Medeniyet Üniversitesi’nde bir panel yapmak istedik.
İbn-i Sina’nın felsefesini konuşacak adam vardı. Batı’ya etkisini konuşacak adam da bulduk. Ama İbn-i Sina’nın tıbbını konuşacak Türkiye’de bir adam bulamadık… Tıp tarihçimiz var ama “tıp” bilmiyorlardı…
Tel Aviv Üniversitesi’nde dört tane İbn-i Sina tıbbı uzmanı bulduk…
Dünyadaki İbn-i Sina tıbbı çalışanların %95’i Yahudi idi.
Çünkü ‘El-Kanun fi’t-Tıb’, İbraniceye 110 (yüz on) kere tercüme edilmiş ama Türkçeye hiç tercüme edilmemişti.
Bizde mecburen İbn-i Sina tıbbı uzmanı Tel Aviv Üniversitesi’nden çağırdık.”
Evrensel ve ebedi kuraldır; bilen yönetir. Şimdi anladınız mı Yahudilerin neden dünyayı yönettiklerini?
Hekim, hekimlik ve Dr. Murat Baş’ın öyküsü
Hekim ve hekimlik bütün dinlerce kutsanmıştır. İslamiyet’te de Allah’ın Şafii sıfatı hekimlere bahşedilmiş, hekimlere verilmiş bir vasıftır. O bakımdan hekim mukaddestir, diğer mesleklerin ötesinde farklı bir yeri vardır.
Bir toplum, eğer gerçek anlamda “Hekim” yetiştirmiyorsa, bilim insanları yetiştirmiyorsa, o toplum hastadır.
Hayatiyetini devam ettiremez.
Dr. Murat Baş’ın öyküsü
Doğum: Nisan 1965.
Doğum Yeri: Van.
Liseyi Van’da bitirmiş, Bursa Tıp Fakültesi mezunu, evli, eşi tıp doktoru, 3 çocuğu var.
Yurt içinde ve dışında bir çok üniversitede akademisyen olarak çalıştı.
Onkoloji bölümleri ve merkezleri kurdu.
Halen kanser ve kronik toksisite yönetimi ve ozonterapi, genetik yatkınlık analizi ile “Kişiye Özel Sağlıklı Yaşam
Yönetimi” Merkezi yaptığı, kendi muayenehanesinde “Bütüncül Tıp” ilkesi ile çalışmalarına devam ediyor.
Dr. Murat Baş’a göre bütüncül tıp
Bütüncül tıp bir insanın sağlığını yeniden tanımlayan bir tıptır.
Sağlık nedir diye sorduğumda dünya Sağlık Örgütü’nün bir tanımlaması var:
“Sağlık; biyolojik, psikolojik iyilik halidir.”
Evet arkadaşlar sağlık bir iyilik hali değildir. Bir kere bundan vazgeçmeniz gerekiyor; sağlık iyi olma hali değildir.
Sağlık mükemmel olma hali hiç değildir. O zaman bir insanın kolu yoksa, hayatının bir döneminde bir organı bir hastalık nedeniyle çürümüşse o insana sağlıklı diyemezsiniz.
Sağlık; bir denge halidir. Ne demek denge hali? Biraz bunu konuşalım. Sağlık; biyolojik, psikolojik, sosyolojik, kültürel, ekonomik ve ekolojik bir iyilik halidir. Bir denge halidir. Sağlık mükemmellik hali değildir.
Denge hali olarak tanımlarsak işimiz kolaylaşıyor. Eğer sağlığı bir sosyolojik durumdan, arındırırsanız tarif edemezsiniz. Sosyal bağları güçlü olmayan bir insanın sağlığı yerinde değildir. Kardeşiyle üç yıldır konuşmayan bir insanın sağlığı bozuktur.
Kronik stresle yaşamını devam ettiren psikolojisi bozulmuş bir insanın sağlığı düzgün değildir. On yıl ev taksiti ödeyen bir adam sağlıklı değildir.
Bütüncül tıp; kültürel olarak nevrotik bir kültürde büyüyen, savaş ortamında büyüyen, sürekli kavga eden, birbirinin kuyusunu kazan, bir toplumda büyüyen bir insanın sağlığı normal değildir.
O zaman bir hekim olarak sizin; bir kişinin ekonomisi ile sağlığı ile sosyolojisi ile kültürü ile çevresi ile yani ekolojisi ile denge halinde olup olmadığını analiz etmeniz gerekiyor.
Ama bizler bunları yapmak yerine şunu yapıyoruz:
Bir laboratuvara bir tetkik gönderiyoruz, hangi tetkiki gönderiyoruz; kan aldırıyoruz…
Kan kronik hastalıklarda hiçbir şey vermez. Kandaki tetkikler zurnanın son deliği olarak kabul edilir.
Ne demek bu; artık hastalık kan gibi ob…tas dengesinin organizmada çok yüksek tutan dokunun bozulması ne demek biliyor musunuz?
Kandan önce temel metriksin kandan önce hücrenin bozulduğu anlamına gelir. O zaman biz bozulmanın son evresindeki bir kriterle, bir tetkik verisi ile bir kronik hastalığı tanımlayamayız.
Kronik hastalığı tanımlamanın tek yolu var: Öyküsünü dinlemek, muayenesini yapmaktır.
Kronik hastalık; diyabetin, kan şekerinin kâğıt üzerinde 100-110 arasında olması değildir… Böyle tanımlarsanız bu sadece endüstriyel tıbbın tanımlamasıdır.
Bütüncül tıp bir hastalık hikâyesidir
Hastalık bir öyküdür arkadaşlar. Kronik hastalıklarla baş edebilmek için bizim uzmanlaşmak yerine üçüncü bakış açısına ihtiyacımız var, oysa bizler genellikle ne kadar uzmanlaşırsak ne kadar titr artarsa akademik unvanı ne kadar büyürse bu hastalıklarla baş edeceğimizi zannediyoruz ve burada fena halde yanıldığımızı ben söyleyeyim.
Eskiden alternatif tıp modern tıp idi. Doktor karar verince istediği tedaviyi uygulamalıydı. Maalesef dünyada özellikle Batı tıbbının modern tıbbın lehine gelişen tedavi protokolleri …
Biz yıllarca bütüncül tıp konusunda bir tek hekimi dahi ikna edemezken bugün bu konuda yaptığımız kongrelere 300’den aşağı katılım olmuyor.
Dr. Murat Baş’tan aforizmalar (özdeyişler)
Kronik enflamasyondan (iltihap) kurtulmak mümkündür!
Kaygınızı azaltın!
Beslenmenizi düzeltin!
Bağırsak florası ve geçirgenliğini normalleştirin.
Fiziksel aktivitelerinizi arttırın.
Endüstriyel (süt, şeker, vb. rafine) tüm gıdalardan uzak durun!
Hastalık bir etiketlemedir
Hayatımızın en süregelen işidir “etiketleme”, “doğru”, “yanlış”, “başarılı”, “başarısız” gibi.
Tıptaki uygulamalarımızda da aynı şeyler söz konusudur, “hasta”, “sakat”, “kanser”, “diyabet” gibi nitelemeler sınırlayıcıdır.
Bir doktor hastalığı nasıl görüyor, nasıl tarif edebiliyorsa hasta ile o şekilde ilişki kurar.
Etiketler, kontrolü sağlamaya, sonlandırma ya da sonuçlandırmaya ve belirsizliklerle başa çıkmaya dönük çabalardır. Kendimizi güvende hissettirebilir ve bir sonuca ulaştırdığı için bize zihinsel rahatlık sunabilir ancak iyileşme getirmez.
Andre Mauroıs diyor ki: “Yaşlanmak, meşgul bir insanın zaman ayırmadığı kötü bir alışkanlıktan başka bir şey değildir.”
Ben de diyorum ki: “Yaşamak, meşgul bir insanın zaman ayırabileceği tek iyi alışkanlığından başka bir şey değildir.”
Duygusal egzersizleri ihmal etmeyin
Duygusal egzersizleri yapıyor musunuz?
Kalbinizin de bedeniniz gibi egzersiz yapmaya ihtiyaç duyduğunu daima hatırlayın.
Duygularınızı durmadan törpüleyip köreltmeniz yanlıştır. Mümkünse yaşlanırken kalbinize duygusal egzersizler için fırsatlar yaratmalısınız. Siz yaşlandıkça mutlaka yaşlananlar damarlarımız, kemikleriniz veya eklemlerinizdir.
Duygularınız (sevinçleriniz, sevgileriniz) asla yaşlanmaz. Bırakın zaman zaman kalbiniz ile beyniniz biraz tango yapsın. Yeni heyecanlarla çarpsın.
Hayat arkadaşınıza yeniden âşık olun mesela; çoktan yitirmişseniz hayatınızın insanını, o zaman yeni hevesler, yeni keyifler ve belki de yeni aşklar yaşamalısınız.
Kalbinizin yeni duygusal denemeler yapmasına izin verin. Bu denemelerin kalbiniz için gençleştirici egzersizler olduğunu hiç unutmayın! Seçim Sizindir!
Doğru seçimler yapar, bu seçimleri ısrarla uygularsanız, kronolojik yaşınızın (doğum tarihiniz) değil, biyolojik ve psikolojik yaşınızın temsilcisi olur, hep genç kalır ve genç hissedersiniz.
Şimdi gerçek yaşınız biyolojik ve psikolojik yaşınızdır. Doğru ve akılcı kararlar verip, bunları uygulayarak, doğru ve güvenli bir yaşam danışmanlığı alarak takvim yaşınızı değiştirebilirsiniz.
Peki, bu değişimi sürdürmeye hazır mısınız?
Hazırsanız, yaşlanırken sadece bedensel aerobik egzersizlerle yetinmeyin. Duygusal egzersizleri yaşlanırken de yapın.
Sağlık erdemdir
Hiç tükenmeyecek yaşam enerjisi için asla geç kalmış değiliz. Hayatın tadı 100 yaşında da çıkar.
Biz insanlar gençliğimizde “Aşk”tan, orta yaşımızda çocuklarımızdan-işlerimizden, ilerisinde sağlığımızdan, ardından hastalıklarımızdan 60’lara varınca da “Ölüm”den bahsederiz.
Halbuki gençliğimizde sağlığı konuşabilsek 60’ında “Aşk”tan dem vurmaktan bizi kim alıkoyabilir?
Aslında, mutlu, huzurlu ve sağlıklı kılacak o muazzam yaşam dengesini basit ve sade bir çabayla yakalayabiliriz.
Yaşlılıkta asıl sorun; beyaz saçlar, kırışık cilt, kireçlenmiş eklem veya bedenin kuvvetten düşmesinden ziyade, artık çok geç olduğunu, oyunun sona erdiğini, ruhumuzun ilgisizliğe ve sahnenin yeni nesillere bırakılma zamanının geldiğinin hissedilmesidir.
İyileşme nerede başlar?
Hastalıklar ruh, zihin ve beden bütünlüğüne bağlı olarak, ruhta başlar, zihinde olgunlaşır ve son olarak bedende kendini gösterir. İyileşme ise bu sırayı izleyen bütünsel bir yolculuktur.
Bir insanın iyileşmesinin arkasındaki en önemli dinamo güç onun zihinsel ruhsal dinamizm potansiyelidir. Ama bu ölçülemiyor, yani ölçülebilir bir şey yoksa biz tıpta zihnin iyileştirici gücünü nasıl ölçecektik.
İyileşme olduğunda biz bunu uyguladığımız tedavilerde bağlıyorduk. İyileştirme olmadığında da yani istatistik olarak hastayı iyileşmemiş hastalar grubuna katıyorduk.
Acaba ölçülemeyen şeyler nelerdi?
Yani organizma şöyleydi; dışarıdan ve içeriden sürekli enformasyon alıyordu, sürekli bilgi akıyordu ama organizma içeriden ve dışarıdan aldığı bu bilgiler hep farklı cevaplar veriyordu.
Her organizma birbirinden oldukça farklı cevap veriyordu dolayısıyla da bu şu anlama geliyordu:
Önemli olan dışarıdan bir etkinin ya da içeriden bir etkenin bizi zedelemesi değil bizim o zedeleyici ye karşı verdiğimiz yanıt.
İşte az önce bahsettiğim gelenek potansiyelimiz, sosyal yapımız, ruhsal gelişimimiz, ekonomik durumumuz, kültürümüz, felsefemiz, yaşama olan bağlılığımız, sosyal bağlılığımız, sevgi gücümüz bütün bunların hepsi bizi var eden sistemleri önemli ölçüde şekillendirir.
Bir insana korku yüklerseniz onun bütün algısını bozarsınız, aklını başından alırsınız artık ona neyi verirsiniz onu kabullenir.
Bu kabul ediş “Tıp Endüstrisi”ne bizi bağımlı kılan birer müşteri haline getirir.
Kanser, taşıdığı ölümcül özelliğinden dolayı bunun için biçilmiş kaftandır.
Yük ve yüklenme bilimi: Onko/onkoloji
Geçmişimizde sürekli sırtlandığımız yüklerimiz “Yük” kavramı “Onko” anlamına gelir. Onkoloji yüklenme bilimidir.
Yani bir şey, bir yük birikir birikir kütleye dönüşür; Onko/Tümör dediğimiz bu kitledir işte.
Birikmek; mesela normal bir hücre çoğalır, çoğalırken DNA’ları mutasyona uğrar bazları bozulur, bazı yerlerinden kırılır. Diğer DNA diğer genlerimiz bunları onarır. Ama kaçaklar olur arada bir, bu kaçaklar tek başına kanser yapmaz. Bunlar birikir birikir mutasyonla birlikte kanserleşme başlatır.
Bir hücrede kanserleşme başlar ama bir hücre tek başına kanser yapmaz. Birikir birikir neredeyse bir trilyon civarında bir miktara gelir. Yaklaşık bir gramlık bir kütle oluşturur. Ve o hücre artık bir tümör gibi davranır
Hücre tek başınayken çoğalsa da aşırı çoğalsa da bir tümör gibi davranmaz, bir kanser gibi davranmaz. Belli bir miktara geldikten sonra kanser gibi davranır. Buradan şunu anlatmaya çalışıyorum:
Çözülmemiş problemlerimiz, halının altına süpürdüklerimiz, masamızın altına ittiklerimiz, toprağın altına gömdüklerimiz… Bunlar birikir, birikir, sonra bizim için yük olur.
DNA mutasyonları birikir bizim için yük olur.
Hücrenin çoğalması birikir, çoğalır bizim için yük olur.
O zaman yükünü sırtlananlar ve yükünü bir ağacın altında, bir nehrin kıyısında da bırakanlar zihnini farklı devreye sokarlar. Yükünü bırakanlar zihnini devreye sokar. Özellikle yükünü bırakamayanlar için Pasif C Tipi yani kanser kişiliğinden bahsedilir. Tabii burada bir genelleme yapmak mümkün değil ama C Tipi kanser kişiliği genellikle hayatı boyunca hiç onaylanmamış, şiddet görmüş, istismar edilmiş sürekli kendini var etmek için veren, birinin onayına ihtiyaç duyan, onaylanmanın en kolay yolu da kendinden veren, kendini unutan, hep başkasının yüklerini yüklenen kişidir.
Bu kişi yaşayamadıkları ve bastırılmış duygularıyla çaresizliği yaşam biçimlerine dönüştürür.
Şimdi çaresizlik hem tümürün oluşumunda, hem oluşmuş olan bir tümörün tedaviye cevap vermesinde hem de tümörün nüksetmesi ve mutasyonunda yani yayılmasında önemli bir faktör. Çaresizlik, ümitsizlik kanseri kamçılıyor.
Çaresizliği nasıl azaltabiliriz, çok güçlü bir sosyal yapı, yalnız olmadığımızı hissettirecek bir aile, sosyal bağlarımızın güçlü olması, olumlu inanç, kültüre ve felsefeye sahip olmamız…
Beden kısa süreliğine ödünç aldığımız bir kostümdür
Genellikle hayatımız şöyledir:
Hep başkalarına hayatını izleyen tutkulu bir izleyici gibiyiz.
Sürekli bir X programında sürekli film izleyen bir insana dönmüştük.
Hiçbir zaman kendi filmimizi ve kendi filmimizin yönetmeni olarak kendi senaryomuzu ve bu senaryoyu, sahneyi yani bedenimizin hiçbir zaman farkına varmadık.
Hiçbir zaman kendi eksenimize geçip kendi etrafımızda dönmeyi yapamadık.
Bunun yerine hep başkasının etrafında döndük. Yani hep güneşlerimiz vardı, ama biz dünya olamadık.
Hep güneşlerimiz vardı. Çocuğumuz bizim için güneşti; eşimiz güneşimizdi, babamız, annemiz, güneşimizdi, kardeşimiz, sevdiğimiz güneşimizdi.
Hep bunun etrafında dönecektik.
Hep başkalarının hayatı başkalarının yükleri, hep başkalarının sorunlarını çözmek…
Oysa beden kısa süreliğine ödünç aldığımız bir kostümdü. Say ki iki karanlık arasında bir ışık kıvılcımı yanacaktı, biz o kostümü kuşanacaktık ve sadece bakacaktık, çok kısa bir dönem için o kostüm üzerimizde duracaktı. Ya da biz o kostüm üzerinde yaşayacaktık.
Şimdi kendi etrafımızda dönmediğimiz için, bunun sebebi de kendi çekirdeğimize geçmediğimiz için bir çekim alanı oluşturamadık.
Hep birilerinin çekim alanında kaldık, hep başkasının etrafında başkalarını güneş gibi büyüterek başkasının etrafında döndük.
Kendi etrafında dönmediğimiz için ya donduk ya da kavrulduk sıcaktan yandık.
Üstelik güneşin etrafında dönerken hep tek mevsim yaşadık. Oysa kendi etrafımızda dönseydik hayatın bütün mevsimlerini yaşayabilirdik.
Güneşin etrafında dönerek bütün mevsimlerini yaşayabilir yani; yazı, sonbaharı, kışı.
Eğer böyle yaşasaydık kanser olduğumuzu öğrendiğimizde aslında bu bizi bu kadar etkilemeyebilirdi, çünkü kanser bir fırsata dönüştürülebilirdi. Hayatın farkına varabilirdik hayatın tadını çıkarabilirdik.
Şimdi şunu diyebilirsiniz;
Yani hayatın tadını almak için kanser mi olmak gerekir?
Elbette hayır, ama dış duyarlığımız bu kadar artmışsa, kendimizi bu kadar içimizden bihaber yaşatıyorsak, hep dışa dönüksek, hep başkasının yükleri ile uğraşıyorsak, hep hayat ödevlerimiz varsa, hep koşturuyorsak, bedenimizin farkına varmayacaktık. Bedenimizin haykırışını duymayacaktık.
Aslında kendimizin farkına varmamıştık, kendimizin farkına varmadığımız için de bedenimiz haykırmaya başlıyordu ve kanserli olduğumuzu öğrendiğimizde ne yaptık.
Farklı tepkiler verdik.
Bunun sebebi zihnin hayatımızda ne kadar rolü vardır, ruhsal hayatımız ne kadar güçlüydü.
Mesela kanserli bedeninin farkına varıp yaşamın kısalığının farkına varıp, yaşamın tadını çıkartabilmek…
Dr. Murat Baş: “Eskiden doktor olmak vardı”
Yaşlılarımız eski doktorları hatırlarlar; teknolojik konfor bu kadar olmamasına rağmen eski doktorların her biri alanında müthiş bir deneyime sahip başarılıydılar. Bu doktorlar neredeyse halkla ahbap olmuşlar, düğününde cenazesinde bulunmuşlardır.
Zengin olsun fakir olsun defalarca para almadıklarına ben şahit olmuşumdur.
Sadece hasta para verdiğinde alırlardı, para istemezlerdi.
Doktora gitmek düğüne gitmek gibiydi, birkaç gün önceden hazırlıklar başlardı. Tıraş ve banyo yapılır, en yeni elbiseler giyilirdi. Hasta olmak, berduşluğun, derme çatmalığın yada kirliliğin asla bir mazereti olamazdı.
Doktora gitmek başlı başına saygın bir aktiviteydi. Hasta doktora gidemeyecek kadar bitkinse mutlaka doktor hastanın ayağına giderdi.
Yukarda bahsettiğim karakterdeki doktorların son derece şık gözlük, kıyafet ve ayakkabılarıyla evimize defalarca geldiklerini hatırlarım.
Annem bir taburenin üzerine su dolu leğeni ve temiz havluları yerleştirir, enjektörleri kaynatmak için ateşi yakardı.
Tüm gerekli tıbbi malzemelerinin, tansiyon aletinin, stetoskopunun, cıvalı ateş derecesi, serum şişesi ve reçetelik ile kaleminin içinde olduğu kabarık çantasını koltuk yada masanın üzerine bırakan doktor, çantasından ahenk içinde sırasıyla malzemelerini gerektikçe çıkarırdı.
Muayene ederken hastaya adıyla hitap eder, işlerinin nasıl gittiğinden, daha önceki tanıdık hastadan ve o günün nasıl geçtiğinden başlayarak sorardı.
Stetoskobu göğsümüze ve sırtımıza koyar, derin soluk almamızı ister, gözlerimize, ellerimize ve dilimize bakardı.
Muayene bittiğinde hastanın tam tekmil öyküsünü almış ve teşhisi çoktan koymuştur bile.
Eski doktorlar nedense hiç yanlış teşhis koymazlardı.
Sonra leğendeki suyla ve birinin yardımıyla ellerini yıkar, parmaklarını tek tek özenle kurulardı. Ben ellerimi yıkarken hep evimize gelen o doktora öykünürdüm.
Benim çocuk gözlerimde onun konuşmasından ve davranışlarından yansıyan sükûnet ve büyülü hali vardı.
Eskiden doktorun kendisi ilaçtı. Ya şimdi?
İlimi, bilimi ve kuruluşlarını öldürdük, tıbbı öldürdük, hekimliği öldürdük, hoca ve hasta görmemiş mezun (!) doktorlar ve hekim eli değmemiş hastalar, uyduruk hastalıklar, hasta olmadan hasta olmak için can atan zekâ ve akıldan nasibini almamış budalaları, anamnez, muayene ve hekimlikten bihaber, teknolojinin esiri doktorlar(!) dönemine girdik!
Sonuç yerine
Şimdi bu makalenin yazarı (Necati Gültepe) olarak günümüzde, doktorların ya da tüm sağlıkçıların yaşadıklarına (trajediye) değinmezsem bu yazı eksik olur.
Ne hikmetse hekimleri döven, hakaret eden ve hatta katleden canavar ruhlu, sapık, haysiyetsiz, namussuz ve şerefsiz, beyinleri irin dolu iblisi mahlûklara, doktorların da “memur” ve “insan” olduklarını öğretemedik!
Bu arada, olaylara kıs kıs gülen bazı kıskanç, hasut, çanakçı idarecilerin ve suyun başında olanların hakkını da yemeyelim!
Allah aşkına, nedir bu hekimleri itibarsızlaştırma gayretleri…
Nedir bu düşmanlık, bu çekememezlik böyle!
Her aklına gelen hekimler hakkında ahkâm kesiyor, doktorlar üzerinden prim yapma peşinde…
Üniversiteden vazgeçtik, ilkokul-ortaokul-lise tahsilini bile başaramamış, izan, irfan, onur, burhan, haysiyet ve insaf yoksunu, hakiki anlamda okuryazar olmayan zavallı, hasut, aşağılık kompleksli ve kindarların; memleketin en zeki ve en çalışkan, başarılı çocuklarının seçilerek, geçirildikleri çok ağır ve uzun bir eğitim-öğretimden sonra bu mesleğe atılmalarını, canla başla çalışmalarını ve fedakârlıklarını, itibar görmelerini hazmedememelerine, bu başarılı çocukların her mahlûku utandıracak derecede hakaret, taciz, saldırı ve katliamlara maruz kalmalarına Allah aşkına!
Kim dur diyecek?
Acaba diyorum; bu hekim düşmanlığının bir sebebi de, tıp fakültesini kazanamamanın kazandırdığı, haset ve kıskançlık olmasın!?