“Ordu kılıcına el attı” olgusu, Rum coğrafyasında tarih boyunca binlerce defa tekrar etmiş bir olgudur. Rum İmparatorluğu’ndaki her satrap, belli dönem Rum başkenti Konstantinopolis’te iktidara gelmiştir ve her seferinde askerler kılıçlarına el atarak iktidarı devirip kendi iktidarını oluşturmuştur. Bu, Roma’nın Rum coğrafyası dediğimiz Anadolu’daki tarihinde en önemli olaylardandır. Aynı şekilde Müslüman dönemi diyeceğimiz Osmanlı devletinde bu darbeler sürekli padişah devirmelere yönelse de hanedanlık yıkılmamıştır.
Bu tarihi inceleyen Hikmet Kıvılcımlı’nın araştırmalarına biraz daha perspektif katarsak, Konstantinopolis Justinyen kodeksleriyle ortaya çıkarken, yine Rum ekologyası, Fatih Kanunnamesi, Kanuni Kanunnameleri gibi yasalarla süregelmiştir ve sonunda Jön Türklerin iktidara gelmesi de ordunun kılıcına el atmasının ürünüdür. Toplumsal ve tarihsel olan bu hareket Rum devletinin yapısında, İlmiye, Kalemiye, Seyfiye ve Maliyeden oluşan dörtlü devlet sınıfları yapısı, Roma döneminden beri egemendir. Seyfiye bunların üzerinde egemen olarak iktidarı alır ve Kalemiye, İlmiye ve Maliye’yi kendine göre şekillendirir. Bunun bir örneği 27 Mayıs’tır. Diğer ikinci örnek 9 Mart’taki sol darbe girişiminin arkasında ideolojik söylem ne kadar sol/sosyalist de olsa, esas olarak bu geleneğin tezahürüdür. Buna dünya konjonktüründe sosyalizm eklenerek, SSCB ile ilişkilerin geliştirilmesi anlamında dış destek arayışından bahsedilebilir. Ancak bilinmelidir ki, Rum İmparatorluğu’nda da satraplar yine dış destek arayarak ve bulup kuvvetlenerek iktidara gelmiştir.
Leninizm azısından bakarsak, Troçki’nin yaptığı analizi hatırlamalıyız: Osmanlı Ordusu’nun diğer Avrupa orduları gibi aristokratik olmadığını ve halk ordusu olduğunu vurgulamıştır. Kıvılcımlı bundan “Türk ordusunun orijinalliği” olarak analizlerinde kullanmıştır. Tarihsel devrimler mutlaka modern bir sınıfla işbirliği yaptığı noktada iktidar olabilir. 27 Mayıs’ın ve sonrasındaki Yön hareketinin eleştirisinde, Kıvılcımlı iktidara gelen kılıçlı gücün modern sınıfa dayanmadığında, egemen sınıf olan burjuvazinin hizmetine gireceğinden bahseder. Nitekim 27 Mayıs’ın kısa özeti budur.
Bu dönemden sonra Kıvılcımlı’nın vurguladığı nokta ise şudur: Devlet sınıflarının yanında modern bir sınıf olan proletaryayla işbirliği gereklidir. Milli Demokratik Devrim tezlerine bu anlamda karşı çıkmakta ve temeli işçi sınıfının programının oluşturması gerektiğini söyler. Gerek Doğan Avcıoğlu gerekse Mihri Belli ise, tarihsel sınıfları esas alarak işçi sınıfının yeteri kadar güçlü olmadığı analizinden hareketle “askerleri korkutmayalım, komünist düşünceyi sokmayalım” teziyle, sosyalist olsalar da Atatürkçülüğün sınırlarında kalınması gerektiğini savunurlar. Kıvılcımlı ise Kemalizmin İş Bankası ve diğer kurumlarla tekelci devlet kapitalizmini oluşturan bir görevle karşı karşıya kaldığını, kuruluş döneminde asıl mücadelenin bu olduğunu vurgulayarak, Kadrocuların ve Yöncülerin “sınıfsız toplum” tezlerine karşı çıkmaktadır. Nitekim 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, Türkiye’de işçi sınıfının varlığının ve kuvvetli oluşunun kanıtı olmuştur.
27 Mayıs sonrası ilerici, devrimci, sosyalist ortamdaki söylemler, proleter örgütlenme yerine kolaylıkla Fransızca konuşan keskin devrimciliğe atlamak noktasına gelinmiştir. Bunda dış istihbarat güçlerinin de büyük bir etkisi vardır. Örneğin, “Bir, iki, üç, daha fazla Vietnam, Ho Şi Minh’e bin selam” sloganıyla Vietnam’daki Amerikan karşıtı direnişi Türkiye’ye taşıma kolaycılığına ve şablonculuğuna sapılmıştır. “Kırlardan şehirlere Maocu halk savaşı” gibi tezler Türkiye’ye özgü “proleter devrimcilik” diye ithal edilmiştir. Diğer taraftan Marighellacılık, şehir gerillacılığı ve Guevaracılık gibi akımlar Türkiye’de egemen olmaya başlamıştır. Bu da 60’taki geleneksel “kılıcına el atma” sürecine destek verme rolünde olan gençlik hareketleri, kendilerine misyon vererek iktidarı alma noktasında “ordulaşma” stratejisine sapmıştır. Bu da Türkiye’deki geleneksel ordunun tarihsel vurucu gücüyle 9 Mart’a hazırlanan Türk Ordusu’na alternatif yaratılınca ordu içinde rahatsız olan unsurlar 9 Mart’tan 12 Mart’a sapmıştır.
*
Türk toplumunun tarihsel sürecini çözmeden bir strateji oluşturulamazdı. 1960-70 dilimindeki politik söylemlerin tarihsel süreçlerde kökü olduğu unutulmamalıdır. Türkiye’deki klasik TKP’nin 3. Enternasyonalci Şefik Hüsnü ve Reşat Fuat çizgisine dayandığını öne süren Mihri Belli, yeni bir sol anlayışı savunuyordu. Ve MDD tezleri bu şekilde çıktı proletaryanın yerine devrimin öncülüğünü sivil-askeri zinde kuvvetlere bıraktı.
Ana sorun, bu teorinin gençleri kapsayamamasıydı. Gençler yeni kanatlar bularak uçmaya kalktılar ve Mao’nun Çin Devrimi ve Ho Şi Minh’in Vietnam kanatlarıyla veya Küba’daki Castro ve Guevara kanatlarını takmaya çalıştılar. Bu noktada, Türkiye’deki ordu geleneğinin karşısına düşüldü ve Seyfiye geleneğiyle mücadele toyluğu yaşandı. Bunun ardındaki Amerikancı çizgiyi ve CIA etkisini önceki yazımda anlatmıştı.
Mihri Belli’nin o dönem THKO ve THKP-C’yi “silahlı mücadeleyi bırakın, faşizm gelir” tezi de esas olarak 9 Martçıların rahatsızlığını göstermekten ibaretti.
Hem 9 Mart için hem de 12 Mart için asıl zor olanı ise proletaryanın örgütlenmesiydi. Doktor’un (Hikmet Kıvılcımlı) vurguladığı ise şuydu: Ordunun kılıcına el atması noktasında önderliği proletarya yaparsa bir devrim olabilir.
1972’den sonra, TSİP, yeniden kurulan TİP gibi proletarya önderliğini savunan partiler kuruldu ancak momentum çoktan kaçırılmıştı. Doktor’un başından beri savunduğu ise TKP/R idi. ‘R’, re-organizasyonun ‘r’sidir. SSCB inisiyatifindeki revizyonist bir TKP’nin Türkiye’deki devrimin önderliğini yürütemeyeceği düşüncesiyle “re-organizasyon” hedeflenmişti. 12 Mart’tan sonra sosyalist örgütlenmeler başladığı zaman TİP, TSİP gibi partilerin yanında TKP SSCB desteğiyle bir anda güçlenmişti. Doktor’un eleştirdiği işte bu çizgiydi.
Doktor, Avcıoğlu’nun ve Mihri Belli’nin emperyalizmi dışsal bir sorun gibi koyan emperyalizm tezlerini de eleştiriyordu. Daha 1935’lerde emperyalizm üzerine konferanslar vermiş ve kitaplar yazmış Doktor, emperyalizmin dışsal bir olgu olmaktan çıktığını, Türkiye’de finans-kapital olarak tekelci kapitalist egemen sınıflar vasıtasıyla oluştuğunu vurgulamıştır. Doktor’a göre Türkiye açısından emperyalizm salt dışsal bir sorun değil, bir ayağı da Türkiye’de olan bir olgudur. Dolayısıyla, 1919’daki Kurtuluş Savaşı’na benzer bir kurtuluş savaşıyla emperyalizmden kurtulunamaz. Türkiye’deki finans-kapitalin zincirlerini kuran tekelci kapitalizmle de savaşılmalıdır. Bu da bir kurtuluş savaşı verecek “halk orduları”yla değil, finans kapitalin zıddı bir modern sınıf olan proletaryanın önderliğindeki işçi sınıfı partisiyle mümkündür. Sonuç olarak emperyalizmi MDD ile Türkiye’den kovmak veya işçi sınıfının desteği ve öncülüğü olmadan anti-emperyalist bir mücadele yapmak mümkün değildir.
Ancak kolaycılık sola egemen oldu ve emperyalizmin salt dışsal bir güç görülmesi nedeniyle Kübacı, Castrocu, Guevaracı ve Maocu halk savaşı tezleri yayıldı. MDD ile Türkiye’nin doğru bir sınıfsal analizi yapılamadığı için de Avcıoğlu ve Mihri Belli, gençlerin bu yola sapmasının önünde duramadı.
Bu yanlış anlayış bugün de geçerlidir. Örneğin, emperyalizmi Amerikan doları ve postalına indirgemek hâkim olmuştur. Hatta bu kesimler dünya kapitalizminin merkezi haline gelmiş Çin’i bile sosyalizmin merkezi olarak görmektedir. 60’lı yılların sonlarına doğru en büyük tartışma milli burjuvazi ve tekelci finans-kapital tartışmasıdır. “Türkiye’de tekelci finans-kapital yoktur, milli burjuvazi vardır” tezleri bütün sapmaların kaynağını oluşturmuştur. Milli Burjuvaziyle birlikte halk savaşı çizgisi egemen olmuştur. Oysa Türkiye’de gerçek anlamda bir anti-emperyalist mücadele tekelci kapitalizme karşı mücadeleyle mümkündür. Ülke içindeki finans-kapital tanımlanmadan Türkiye’deki emperyalizm doğru tahlil edilemez. 60’lı yıllarda, bu tahlili doğru yapan Kıvılcımlı’ydı. Kıvılcımlı, 12 Mart’a giden süreçte, tüm mücadelesine karşın yapılan hataları gördüğü için, gözleri açık gitmiştir. Allah rahmet eylesin.