BDDK’nın açıkladığı son düzenleme tartışılıyor. Anlaşılan tartışılmaya devam da edecek. Yalnız Türkiye’de neredeyse her konuda olduğu gibi burada da sorun var. Hayır, sorun sadece düzenlemenin içeriği değil. Kimin nerede durduğu da meçhul… Herkes bir tavır alıyor ama alınan tavrın, tavrı alanın kendisiyle çelişkisi de üzerinden atlanacak gibi olmuyor. Düzenlemenin ardından başlayan “sermaye ve kambiyo kontrolü” tartışmasında da böyle oldu.
BDDK’nın düzenlemesi özetle şu: 15 milyon TL karşılığı dövizden fazla varlığı olan şirketlere, bu meblağın toplam aktiflerini ya da bir yıllık cirolarının yüzde onunu aşması halinde ticarî TL kredisi verilmeyecek.
Her ne kadar Bakan Nebati, Bloomberg’e yaptığı açıklamada; “Aldığımız bütün kararlar daimi kararlar değil. Hepsi geçici. Dövizle işiniz yok, TL ile iş yapın diyoruz,” dediyse de AKP’nin kalıcılık niyetiyle bir plan yaptığı açık. Bundan önce de ihracatçıların dövizlerinin yüzde 40’ının TL’ye çevrilmesi zorunlu tutulmuştu. Bu sefer kapsam biraz daha genişletilmiş oldu.
Burada amaç elbette sermayenin bir kesiminin elindeki dövize, özellikle de dolara devletin el koymasından başka bir şey değil. Bu el konulanlar ise başka yerlere aktarılacak. Yani aslında bir sermaye kesiminden, başka bir sermaye kesimine transfer söz konusu. Her şeyden önce olan bu. Ve gerçekten, kısmî de olsa bir sermaye ve kambiyo kontrolü var.
Bu tedbir işe yarar mı? AKP’nin dertlerine derman olur mu? Türkiye ekonomisi böyle yürür mü? Sermaye kontrollü, kambiyo kontrollü bir ekonomik rejim işler mi? Bu ayrı bir tartışma. Gerçekten de bu tarz bir ekonomik model, yani serbest piyasa dışı, liberal olmayan bir kapitalizm tipi Rusya gibi bir ülkede şöyle böyle yürüyor. Putin rejiminin uyguladığı bu iktisat politikası yıllardır yürürlükte, doğru. Ama Putin, yakın çevresi, oligarklar vs için yürüyor. Rus halkı yine de aç. Türkiye’nin ise elinde Rusya’nın imkânları da yok. Ne o kadar toprak, ne öyle bir nüfus, ne de o büyüklükte yer altı kaynakları var burada.
Dolayısıyla AKP, istediği kadar diretsin, bu tip bir rejim burada uygulanamaz. Uygulansa da sürdürülemez. Ama dedik ya bu başka bir tartışma. Ve konuyla ilgili olarak solun tartıştığı şey de bu değil.
Sol, ne olduğunu anlamamakta neden ısrarcı?
Sol ne yapıyor? Sol, sosyal demokratından sosyalistine, bir “halk cephesi” misali, seferberlik halinde sermaye kontrolüne karşı çıkıyor. Burada durup sormak gerek: Solcular, sermaye kontrolüne karşı mıdır? Eğer AKP’nin yaptığı sermaye kontrolü ise bir solcunun buna karşı çıkmaması gerekir. Zaten ömrünü sermaye karşıtlığına, sermayeyi dizginlemeye hasretmiş bir solcu neden sermaye kontrolüne karşı çıkar ki? İşte sermaye karşıtlığı ise sermaye karşıtlığı, kamuculuksa kamuculuk değil mi? Normalde ideoloji gereği desteklemek gerekmez mi bu sermaye kontrolünü?
Diğer taraftan sol, AKP’ye “neden sermaye kontrolüne gidiyorsun?” derken diğer taraftan da AKP’nin liberal, hatta neo liberal olduğunu iddia etmekten de geri durmuyor. Sorduğumuz zaman AKP’nin, ABD liderliğindeki dünya neo liberal düzeninin Türkiye’deki uygulayıcısı olduğunu söylüyorlar. Ama liberalizm, neo liberalizm tam da işte sermayeye kontrollere karşı çıkmak, kambiyo rejiminde devlet denetimini ortadan kaldırmak değil miydi? Hatta bunlar küreselleşmenin bileşenleri olmamış mıydı? Sol, şu soruyu yanıtlamalı: Savunduklarından hangisi doğru? AKP’ninki, neo liberal bir rejim mi? Yoksa sermaye kontrolü uygulayan anti-liberal bir rejim mi?
Bu çelişkiler, CHP sözcüsü Faik Öztrak’tan, sosyalist iktisatçılara, oradan Sözcü ve Cumhuriyet ekonomi yazarlarına kadar uzanan geniş bir yelpazenin sorunu.
Aynı konu aslında Merkez Bankası’nın özerkliği meselesinde de açığa çıkmıştı. Sol, AKP’nin, daha doğrusu Erdoğan’ın MB üzerindeki hegemonyasına isyan etmiş, MB’nin özerkliğini, hatta bağımsızlığını savunmuştu. Ama bu da gayet liberal bir politikaydı. Sol bir iktisadî düzende MB nasıl olur? Dönüp Sovyetler Birliği’ne bakalım. SSCB’de merkez bankası işlevi gören banka, Gosbank, yani devlet bankasıydı. Elbette bu banka da sendikalar ile tüm kurum ve kuruluşlar gibi özerk filan değildi. Doğrudan devlete, daha doğrusu Komünist Parti’ye ve onun başındaki “liderliğe” bağlıydı. Ve Gosbank, 1922’den 1991’e kadar SSCB’nin tek bankası olmuştu! 1917 Bolşevik Devrimi’nin ardından tüm bankalar kamulaştırılmış, bankacılıkta devlet tekeli kurulmuştu. Herhalde bundan daha sıkı bir merkez bankasına devlet tahakkümü, sermaye ve kambiyo kontrolü bulunamaz. Sosyalizm dedik ya! Şirket, girişimci, banka kredisi, ihracatçı, döviz varlığı filan zaten yoktur. Onları hiç sormayın…
Peki, madem öyle kamucu, devletçi, sosyalist solcuların MB özerkliği istemesinin hikmeti ne? Sol iktidara gelse, hangi politikayı uygulayacaktır? MB’yi bağımsız bırakıp sermaye ve kambiyo üzerinden tüm kontrolleri kaldıracak mıydı? Eğer öyleyse sol da neo liberal olmuş demektir. Eğer tersi geçerli olacaksa, yani sol da MB’yi devlete ya da partiye (AKP yerine KP) bağımlı kılacak, sermaye kontrolü yapacaksa demek ki bu program da AKP gibi ülkeyi batıracak demektir. O halde AKP’yi eleştirmenin yine bir anlamı kalmaz!
Ama işte öyle bir haldeyiz ki solcu iktisatçılar “Serbest piyasa yalan oldu” diye hayıflanıyor!
İnsan düşünmeden edemiyor. Acaba sol, Türkiye’deki AKP sisteminin ne olduğunu gerçekten hiç sorguluyor mu? Anlamaya çalışıyor mu? (Gerçekten anlamak isteyenler başyazarımız Gökçe Fırat’ın Türk Solu’nun geçen haftaki 623. sayısındaki başyazısını, özellikle de “Şekerim, ben neo liberalizme karşıyım!” kısmını mutlaka okumalı.)
Solun asıl sorunu şu: AKP rejimini ve onun Türkiye’de kurduğu ekonominin somut durumunu eldeki kalıplarla açıklayamamak. Her kapıya uyan antiemperyalizm maymuncuğu gibi bir maymuncuk da her şeyi neo liberalizmle açıklama takıntısı. Ama işte AKP Türkiye’sinde durum neo liberalizmle açıklanamıyor. Sol, durumu açıklayıp, analiz edemeyince de kendisiyle çelişiyor. Çözümse zaten hak getire… Daha ilk aşamalarda sınıfta kalınca, buralara hiç ulaşılamıyor.
Ayakları yere basan, aklı başında her politikacı ve iktisatçı bilir ki sermaye kontrolünün hiç olmadığı bir düzen zaten mümkün değildir. Elbette devlet varsa sermaye kontrolü de olur, olacaktır. Hiçbir şeye asla müdahale etmeyen bir “devlet” zaten devlet olma hasletini yitirmiş demektir. Böyle bir “devlet” en uç liberallerde dahi fikir olarak bile bulunmaz.
Fakat AKP Türkiye’sinde liberalizm yok. Neo liberalizm ya da bunun tam tersi de yok. Burada kurulmuş ve günden güne pekiştirilen bir kabile ekonomisi var. Önce bunu görmek gerekir. Nitekim bu kabilenin herhangi bir taraftan gelme üyesi, bu uygulamalardan memnun olur. Çünkü onun işine gelecektir. Mesela Aydınlıkçılar çok mutlu. MÜSİAD, ATO, ASKON gibi birçok kesim de çok memnun. Evet, bunlar da sermaye ama sermaye kontrolü onlara vurmuyor. Aksine onlara kaynak aktarıyor. Çünkü onlar kabile üyeleri! Ve neticede sermaye kontrolünden memnun bir sermaye ve bundan rahatsız olan bir sol var bu ülkede…
Ya AKP’nin istediği tam da buysa?
Cumhuriyet’ten İrfan Hüseyin Yıldız geçen gün (26 Haziran) şunları yazdı:
“Olması gereken, en azından ekonomik işleyişin; entegre olduğumuz kapitalist dünya sisteminin bilimine, normlarına, standartlarına ve hukukuna uygun olması gerekiyor. Aksi halde güvenini, hukukunu ve uyumunu kaybeden bir üçüncü dünya ülkesi olmanın ötesine geçmemiz mümkün görünmüyor maalesef.”
Peki ya AKP’nin istediği tam da buysa? Bir üçüncü dünya ülkesi olmak gerçek projeleriyse? Güvenin, hukukun vs olmadığı, dünyayla olan entegrasyondan bilinçli olarak kopmuş ve onun kısıtlayıcılıklarından kurtulmuş bir ekonomi kurmaksa amaçları? İşte böyle bir ekonomik rejimde aynen bir kabilenin rahatlığıyla keyiflerine göre yönetip sömüreceklerdir. Ve bu rejim, neo liberalizmden çok çok daha geri ve vahşi bir sömürü düzeni olur.
Solun insaf edip en azıdan bu ihtimali düşünmesi gerekiyor.
Kaldı ki bu artık bir ihtimal olmanın çok ötesinde…