Küresel değişimin, dünyanın sonu geliyormuşçasına sabırsızlık göstermesi, olacakların bir an önceye alınması telaşı, emperyalist kapitalizmin sonu yaklaşıyormuş gibi yorumlanabilir. Doğrudur da; uzaktaki Çin ve Hindistan ile Rusya’nın varlığı büyük kapitalistlerin yüreğini hoplatmakta… Bu korkuyla, İsrail odaklı kurgulanan bu “demokrasi aşılamasının” Suriye’de ve Irak’taki radikal dinci örgütlerin ve Türkiye’deki dinci iktidarın uyumuyla gerçekleştirileceği düşünülmüştü. Hepimiz biliyoruz ki “Arap Baharı” 2010 yılından bu yana Suriye’nin, yani Esat’ın direnişiyle güdük kaldı. Kısmen Irak ve Suriye bu baharı tam olarak yaşayamadı.BOP’un başarısız olduğu bile konuşuluyordu dünyada… Demek ki uzun zaman alan siyasal/toplumsal aşılamaların tutması, yeni bir topluma evirilmesi, her iş gibi vaktinde çakılacak bir kıvılcıma bakarmış!
BOP planlamasının değerli eşbaşkanı Sayın Devlet Başkanımız Erdoğan’ın laik Türkiye’nin elini ayağını bir düzene sokması, projeye uyumlu hale getirmesi malumunuz zaman aldı! Kendisinin de beklemediği Atatürkçü bir direnişle karşılaşınca davası ve beklentisi uzadı. Uzaklardaki müttefiki de sabırsızdı, lakin Türkiye olmadan Suriye yutulamazdı!
***
Yeni yıla Türkiye, halkının iktidara iyi gözle bakmadığı, eleştirdiği ama yürümeden, bağırmadan, sokağa çıkamadan salt kahvelerde, evlerde karşı çıkabildiği bir dinci iktidarın devletleşmiş haliyle giriyor. Gücü, yetkiyi, adaleti, hukuku, meclisi, anayasayı kendi iradesinde toplamış, Türk vatandaşlığı kimliğini İslami yaşam kurallarının üzerinde görmeyen bir muktedirin gölgesinden bakıyoruz Ortadoğu’ya! Bir bakıma Osmanlı’nın o topraklarda at koşturduğu çağların ışığını tutuyorlar gözlerimize; zamanımız şaşıyor! Kim mazlum, kim saldırgan ve kimin yanında olduğumuzun sorusunu kendimize sorarak, Sayın Erdoğan’ın algısıyla yönümüzü yitiriyoruz. Evet; Ortadoğu yüzlerce dinci örgütün güç ve çıkar savaşı yaptığı bir coğrafyadır… Karanlık sokaklar gibi korkunçtur, güvensizdir; nereden hangi örgütün boy göstereceğini ABD’den başka bilen yoktur. Aynı zamanda bu örgütlerin kim ve kimler için savaştığı 24 saatte değişiklik gösterebilir. Dün terörist sayılanlar, bugün halk devrimcisi kimliğini göğüslerine takabilir, Türkiye’nin dostu olabilir! Silahların konuştuğu, insanların sustuğu bu zavallılık ve başıbozukluk içinde ölmek bile sıradanlaşır.
Ortadoğu halkları, tarihindeki tüm zamanlarını geçirdiğigeri kalmışlığın tünelinde sıkışıp kalmıştır. “Kimler istiyor, kimler kimin için ölüyor” sorusunun yanıtını salt emperyalist kodamanlar biliyor! ABD ile İsrail bu topraklara bir an önce tümden egemen olmak istiyor. Ortadoğulu ölüyor. Dinlerin soluk aldırmadığı bu zavallı insanlar para ile gücün tepişmesiyle eziliyor. Üç dinin kadim yasaları inananlarına acımıyor. Küresel sermaye, çöl fırtınası gibi eserek sömürüsünü sürdürüyor, Ortadoğu’nun petrolünü, yani kanını emiyor; çok yazık!
Neden böyle oluyor? İslam toplumlarındaki gelişemeyen ulusçuluk, feodal ilkellik, kadercilik, güce karşı biat, yoksulluk, eğitimsizlik, tanrı inancının keskinliği… Ve de en önemlisi “ulus” kavramının bu topraklarda yaşayamaması! Türkiye’nin bu bölgeden ayrışması, çağdaşlaşması ve demokratikleşmesi ulus kavramının kuruluşunun ilk on yılında benimsenmesi nedeniyledir. Atatürk yoksul, yorgun, okumamış, dağınık, etnik kimliği bol Anadolu halkından bir Türk ulusu yaratarak Müslüman inancının laik/devlet kurmaya engel olmadığını dünyaya göstermiştir. Güneyimizde sürekli yaşanan toplumsal kaynaşmalar, siyaseti din tenceresinde pişirmeninsonucudur; bu yöntem, toplumları sömürüye tutsak etmekten başka bir yarar getirmemiştir.
“Birlik, özgürlük, sosyalizm!”
Diyalektik gereğidir; “deviren de devrilir!” diyelim ve devrilen diktatörlüğün yüzünü kısaca anımsayalım. Ara başlıktaki üç sözcüğün Arap halkların geleceği ve özgürlükçü laik bir devlete kavuşmaları için işlevi büyüktü. Sayın Erdoğan’ın siyasal mönüsünde yer almayan bu kavramları Arap ulusçuları 1940’lı yıllarda, Atatürk’ten esinlenerek kurtuluş ve kuruluş sloganı olarak umutla haykırılmışlardı. Irak ve Suriye’de pratikleşen Baasçılık*, “Birlik, özgürlük, sosyalizm” birlikteliğini hedeflerine koymuştu. Birleşerek, bağımsız ve güçlü bir Arap ulusunun oluşmasını ve bu oluşumun laiklik ilkesiyle sağlamlaşmasını, devletleşmesini öngörüyordu. Yani temele atacakları laiklik harcı, Arap halklarının uluslaşmasının lokomotifiydi. Önce küresel sömürü yok edilecek, tam bağımsızlık sağlanacaktı; ama bu mücadele liberal demokrasiyle olmayacaktı. Sonu sosyalizme varacak bir yolculuk yoksul ve eğitimsiz Arapları özgürlüğe kavuşturabilirdi. Petrolden kazanacakları para ulusal kalkınmayı zahmetsiz kılabilirdi. ABD ve İsrail izin vermedi! Arapların arasına yine Arapları soktu. Ne birlik sağlanabildi, ne özgürlükler kazanılabildi; ölüm, acı ve sömürü Ortadoğu’da yaşam biçimi oldu.
Arap dünyasının kurtuluş umudu olarak bakılan Baasçı düşünceye görekuracakları sosyalist toplumda, İslam inancının çekirdeğini oluşturan paylaşma ve sıfır mülkiyet ilkeleri zaten vardı! Arap halklarınınyabancısı olmayan bir düzendi. Uluslaştırmak, birleştirmek ve batı sömürgeciliği baskısından kurtarmak Baas Partilerinin politikasıydı. Laikleşmiş devlet, ekonomiden yatırıma planlamayı kendi üzerinde toplayacaktı. Türk siyasi aktörlerinin koro halinde diktatörlükle suçladıkları Esat’ın Baas rejimi de bunu uyguluyordu. Orada da devlet “tek partinin ve tek adamın” ellerindeydi! Anlamı diktatörlükse evet, diktatördü Esat! Dönüp kendimize bakalım; biz demokrasiyle mi yönetiliyoruz? Dahası; Baas’ın amaçladığı devletçilikte, ulusal kaynakların halk yararına kullanılmasını öngörüyordu; bizim dünya liderimiz neyimiz varsa liberal sisteme armağan etmedi mi?
Kim, kime göre diktatördür, kim ulusu için çalışmıştır? Halkların algıları kör, kulakları sağır, korkuları anlamlı gelebilir; tarih yanılgıları en iyi yüze vurandır.
Evet, her rejimin uygulanma sorunları vardır. İçte yaşanan deneyimsizlik, dıştan gelen baskılar, yönetimleri kendi çıkarlarına göre yönlendirir. Sovyetlerde sosyalizm, Türkiye’de Kemalizm, aynı dönemin iki büyük devrimiydi, bugün yoklar! Devrimler mi halkların derinine sızamadı, halklar mı devrimleri içselleştiremedi de savunamadı, bu bir bakıma teori ile pratiğin çatışması dersidir. Baasçı pratiğin başarısızlığı da böyle bir çatışmanın sonucudur! Bu coğrafya insanının kadim kuralıdır; inançların kılına dokunanın canı yanar!
Arap Baharının demokrasi getirdiği (!) Suriye, Irak, Cezayir, Libya, Ürdün ve Sudan gibi ülkelerde diktatörlükler ortadan kaldırıldı. Dünya sermayesi korumacı devletçiliğin canına okudu! Ulusçuluk, bağımsızlık, öz üretim, öz yönetim, karma ekonomi, sınır mahremiyeti ve barışçı siyaset gündemini yitirdi. Küreselleşmenin dışında kalmayı düşünmek olası değil. Liberal özgürlükçü demokrasi, ne denli dirensek de evimize bacadan giriyor, Noel Baba oluyor. Akıllı telefon olup beyninizi ele geçiriyor. Kahve olup bedenimizi köpürtüyor. Film, dizi, video olup kültürümüzü emiyor. Hamburger yerken Amerikalı, araba sürerken Alman, benzin alırken İngiliz, ruj alırken Fransız oluyoruz. Yediklerimizin tohumunu eken çiftçimiz İsrailli olduğunu fark etmiyor bile! Türkiye, Türklüğün dışında ne varsa yaşıyor!
***
Kapitalizm, kendi kutupları arasında güç savaşı yaparken, üzerinde tepinilen yer elbette hep Ortadoğu’dur. Türkiye Cumhuriyeti’ni bu bataklığa sokan AKP iktidarı, hiçbir gelişmiş devletin akıl danıştığı, düşüncesini sorduğu bir saygınlıkta olmadığı gibi, salt üst aklın (ABD’nin) dediğini yapan bir dünya liderinin iki dudağına bakmaktadır. Erdoğan’ın, Afrikalı iki lideri barıştırmanın tarihsel önemini manşetlerine taşıyan yandaş basınımız, Sayın Tramp’ın övgü dolu sözlerini halkına süsleyerek verdi. Aynı basın, Emevi camiinde kılınan namazı da fetih yapmış bir devletin yerine getirmesi gereken bir egemenlik gösterisi olarak sunmaktan çekinmedi. Ne mutlu ki o camide namaz kılmak devletimizin bir memuruna kısmet oldu; ülkemiz için onur duyulacak bir fırsattı bu… Başkasının kayığı ile akıntıyı geçip, bundan sevinç duymak, gururlanmak Türk devlet geleneğinde var mıdır sanmıyorum.
Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlı taktiği ile yönetmenin çağımızda ülkemize bir saygınlık kazandırdığı söylenemez. 1930’lu yıllardaki cumhuriyet Türkiye’sinin bölgesel tarafsızlığı ve barışçı siyaseti artık tarihte kalmıştır. Yeni kuşaklar, özellikle son 25 yılın gençleri, bu düzenin kendilerine ne getirmeyeceğini bilerek yurtdışında yerleşmeyi bir çözüm olarak görmüyorlar. Çok acı ve onur kırıcı bir durum olsa da eğitim ve yatırım politikası başka çözüm üretmiyor. Genç beyinleri vatanından kaçıran siyasal dinciler, savaşmadan ülkelerinden kaçan mültecilere kucak açmakla övünüyor. Çünkü bu insanlar iktidarın Araplaşmak, dindarlaşmak, Osmanlılaşmak davasını çözüme kavuşturacak tek unsurdur.
***
Sayın MİT Müsteşarı Kalın’ın Şam gezisinde Esat’ı deviren teröristin arabasına binmesi ise müthiş bir yüreklilik ve karşı koyuştu! Görüntülerin gerçek olmadığa yönelikbir görüş yer almadı basında. Neye karşı koydu Kalın, Erdoğan’a mı? Elbette hayır! Terör için can veren gençlerin analarına, emperyalist karşıtı ulusalcılara, laiklere, Atatürk’ün askerlerine, vatansever sosyalistlere, Türk solu düşüncesine… Ve kendini hala güçlü sanan CHP’li beceriksizlere… “İktidardan gidiyorlar” sevincini yaşayanlara sesleniyorlar, “Biz siyasetimizi devlet geleneğine göre değil, kutsal davamıza göre yaparız!” İşte kanıtı: o arabaya bindi, teröristin yanında Şam turu attı… Var mı diyeceğiniz?
ABD’nin on yıldır üzerinde çalıştığı, bugünler için beslediği HTŞ’li terörist, yanına oturan Türk MİT başkanına ne gözle bakmıştır? Terör uzmanlığından devlet yıkıcılığına terfi eden bu zatın yerinde olsam direksiyon başında şunu düşünürdüm: Paranın ve silahın eğdirmediği baş, kırmadığı taş yokmuş!
1936 yılında, Türkiye’nin en saygın zamanları yaşanırken İngiltere Kralı VIII. Edward Türkiye’ye gelerek Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ü ziyaret etmiş ve onun arabasına binerek İstanbul’da yan yana bir gezinti yapmıştı. Devrimci liderin yanına kurulmuş, Türk halkını Ata’sının önünde saygıyla selamlamıştı. Son yıllarını yaşayan Atatürk’ün (kimilerine göre) elinden öperek gururla ülkesine dönmüştü. Gel gör ki tarih insanın aklını da alıyor! Laik cumhuriyete, devrimlere ve Atatürk’e karşı oluşlarıyla akıl tutulması yaşayanlar, üst düzey bir memuru teröristin arabasına bindirmekten çekinmediler. Ata’nın arabasına binen İngiliz’in kişiliğini hiç mi anımsamadınız? Neden karşı çıkmadınız? Arap gibi düşünüp, onlar gibi davranmak yerine, İngiliz soylusu gibi, yanına oturup konuşacağın liderin kahramanlığını, devlet adamlığını ve makamını sorgulayıp, Türk devlet adamlığı kimliğinize denk mi gördünüz bu teröristi? Darbeden –devrim değil- iki gün sonra bu adamın ayağına gitmek, arabasına kurulmak, yüz yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin bürokratına yakışır mıydı? Elbette sorun sizde değil; siz denileni yapıyorsunuz! Ne farkınız kaldı, dinin aracı olmuş Ortadoğulu siyasetçi kalabalığı ile? Atatürk bilmiyor muydu başına gelecekleri, Hatay’ı almakla yetindi!
Ülkemiz de Suriye’nin hızla kabuk değiştirmesinden elbet payını alacak. Ortadoğu’nun son laik devleti de yıkıldı; dinciler ve seküler devlet düşmanları sonunda muradına erdi. Türkiye’de laik devletin işlevi bitmeden Suriye’deki laik rejimi yıkmanın zorluğunu bilen ABD zamanın geldiğini anladı; 7 Ekim 2023 tarihinde düğmeye bastı, İsrail topunu ateşledi. Tarihler 8 Aralığı gösterdiğinde, yani iki ay içinde Esat tarihe karıştı! İsrail’in Lübnan’da ve Filistin’de yaptığı örgütsel temizliğin nedeni Suriye’ye girmekmiş!
Şimdi düşünce üreticileri (!) Sayın Erdoğan’ın çok uyumlu ve yansız bir politika izlediğini savunuyorlar. Esat’a elini uzatıp uyardığından ve diktatörün buna bir yanıt vermediğinden söz ediyorlar. Filistin’de İsrail’in öldürdüğü onbinleri ne çabuk unuttular? Suriye’de bir hapishanedeki işkence sahnelerini kurgulayıp Esat’tın diktatör olduğunu ve cihatçı halk devrimcilerinin laik Esat’ı devirerek halkları özgürleştirdiğini savunuyorlar. İsrail’in Suriye’ye girişini, ilerlemesini önemsemiyorlar nedense! Siyonizm’inin kuzeye doğru, petrole doğru yürümesi, çevremizde gelişen cihatçı terör örgütlerin başarısının yanında küçük mü kalıyor?
***
Cumhuriyetçi, demokratik, laik, seküler devletlerin sıralandığı bir coğrafyada yaşamak neden istemiyor bizi yönetenler? Neden devşirildik gericiliğe doğru? İslam’ın kılıcını elinizde sallamanın amacı nedir? İnançlarını ve topraklarını sömüren Batı’ya sesini çıkaramayan Arapların yanında ne işimiz var? Terörü kullanarak dinci siyaseti içselleştiren ve bunu kısmen başaranların kazancından size düşen parça gerçekten büyük mü?
Çağımızın uygar, laik, özgürlükçü ve az buçuk demokrat cumhuriyet devleti halkımızın ibadetlerini mi yasakladı, namaz mı kıldırmadı, başını örtene ceza mı verdi, sokakta dilinizi mi konuşamadınız, çocuğunuza Kürtçe, ya da Müslüman/Arap adı mı koyamadınız? Bu soruların yanıtını Türk halkı çok iyi biliyordu, çünkü özgürdüler. Suriye’deki halk da böyleydi bir zamanlar; İran’da, Afganistan’da çağdaş yönetimlerle buluşmuştu. Küresel emperyalizm, bu topraklar üzerinde yaşayanlara demokrasi adıyla seslendi! Ortaçağın karanlığını, dinin sisini, silahların sesini, paranın gücünü dayatınca her şey tersine döndü. Radikal dincilerin egemenliği, kapitalizmin çıkarları doğrultusuna sürdürüyor… Bölgemizde ders alınması gereken bu çağdışılığın dışında kaldığımıza sevineceğimize, Suriye’deki düzenden umutla yem bekleyen, çıkar uman, toprak düşü gören kim varsa avucunu yalar; kapitalist sistemin acıyacağı ve kollayacağı tek düzen yine kendisidir. İslam devletlerinin yanılgısı da budur!
* Baas düşüncesi, Arap birliği ve milliyetçiliği, pan-Arabizm, Arap sosyalizmi ve anti-emperyalist çıkarları karıştıran bir ideoloji biçimi. Baas Arapça “Rönesans” veya “diriliş” anlamına geliyor.