Halkımızın çağımızla kavgası var! Bu kavgada bir yumruğu parasızlık, bir tokadı yoksulluk, bir odunu cehalet indiriyor tepemize. Usumuz yerde, boynumuz eğik, bir bilenin deneyiminden, düşüncesinden, yol göstericiliğinden esinlenmeyi “kişiliğimize” yakıştıramıyor; okumuyoruz! Belimizi büken cehaletin, dolaysıyla okuma korkusunun boyutunu istatistiklere bakarak öğrenmek kolay ama üzücü. Tuşlara basıyoruz, karşımızda çağdışılık; halkımızın %73’ü okumuyormuş! Her dört kişiden üçü eline kitap almıyormuş, şaşılası bir oran… Bu şunu gösteriyor; bu dört kişiden üçü, düşünmeye gerek duymadan yaşıyor! Düşünmeyen bu insanların seçimlerde “kimlere” oy vereceği ve “kimleri” iktidar yapacağı konusu da böylelikle bilinmez olmaktan çıkıyor! “Akıllı” insanların yönetimi demokrasi, mahalle muhtarı seçimleri düzeyinde basitleşerek soysuzlaşıyor. Düşünenlerin düşüncesi, düşünmeyenlerin çıkarlarıyla baş edemiyorsa bir ülkede, kimin lider ve kimlerin iktidar olacağı tartışma konusu olmaktan çıkar. Okumamışların biçimlendirdiği demokrasilerde (!), iktidarların ısrarla “ülkeyi huzura ve istikrara kavuşturmak” istekleri tümüyle budur. “Huzura kavuşanlar” kolay yönetilir!
Liberal cehalet…
Her derdin içinde bir virüstür cehalet. Okunmayan kitapların içinde, yazılmayan satırların arasında, bestelenmeyen şarkıların notalarında; yaşanmayan mutlulukların, savaşların, barışların, hatta aşkların kıvrımlarında gizli-saklı yaşarlar. Onu kullanarak, siyasette büyük makamlar, bankalar dolusu paralar, ardınızdan gelebilecek köleleşmiş yoksul yığınlar kazanabilirsiniz. Size olan talebin yoğunluğu o denli büyür ki arzınızın hesabı tutulmaz, egemenliğinizin sınırları genişler. Günlük yaşamda da benzer fırsatlar yakalar insan, aklı varsa kullanır. Siyasetçiler gibi gözler önünde de değildir; hırslı ama sabırlı ve sakindir. Esnaftır, tüccardır, aracıdır, çiftçidir, emlakçıdır, galericidir, zanaatkârdır, hazırcıdır; üstelik cehaleti yakından tanıyan, kaderini yenmeye yeminli halk çocuklarıdır. Kazanacağı paranın kokusunu aldı mı çöker işin üzerine, iliğine değin sömürür, ama can yakmadan, tatlı dille yalayarak götürür! Fırsatçılığını kullanarak para akıtacağı muslukları keşfettiğinde, acımasız, düzene uygun liberal-girişimci olup çıkmıştır. Huzur içinde bekler işyerinde, huşu içinde karşılar, güler yüzle uğurlar!
Okuyan yok; yazar çok!
Kitapçılık sektöründe de işler başka yörüngede dönmüyor! Düzen aynı, yayıncı aynı, kâğıtçı-matbaacı aynı, müşteri aynı… Uzun zamandır fuarlara işim düşer. Gazeteciliğimi rafa kaldırıp birkaç kitap yazmak istedim, yazdım da… Sattım da… Yayınevimin tezgâhına serdiğim kitaplarımın arkasına geçip, “kendini yazar sanan bir gazetecinin ürünleri bunlar” diye bağırmama gerek kalmadan beni mutlu eden bir okura ulaştı her biri… Sevildiklerini gördükçe sevindim, lakin yine de mutlu olamadım. Adını duyurmak, kitaplarını okutabilmek için kırt takla atan saygın ve sessiz yazarları (Çoğu, tek başlarına savaşarak, emek vererek düşündüklerini ve deneyimlerini kitaplaştırmış, okunmaya değer emekli öğretmendir.) gördükçe ve tanıdıkça, cehalete lanet ettim. Umarsızca yayınevlerinin yörüngesinde tutunmaya çalışan bu yazarlar, biriktirdikleri paralarla kitaplarını bastırırlar, kendileri tanıtırlar, hiçbir gelir beklemeden okurun önüne çıkarlar. Bu özel insanların cehaletle sürdürdükleri kavgaya, yayıncı-girişimciler uzaktan bakar! Dedik ya, huzur içinde bekler, alacağını alır, güzel yüzle uğurlarlar diye… Ekmek kavgası ile cehalet kavgasını bugün birbirinden ayrı düşünenler, yarın tek sonuçta birleştiklerinde üzüleceklerdir. İslamlaşmış bir devletin, özgürlüğünü satmış birer kölesi olduklarına inanamayacaklardır!
Her bakımdan kültürel çöküntünün sonucu diyebileceğimiz yazar-yayıncı-okur ilişkileri, okumayan Türk halkının en öncelikli sorunudur. Oysa sorunun çözümü basittir! Devlet önce kitaptan aldığı %18 vergiyi indirecek; yayınevlerinden, kitapların bir bölümünü ucuz kâğıda basmalarını isteyecek. O kitapları salt öğrenci, eğitimci, emekli ve ev kadınlarımızın satın alabileceği bir sosyal medya düzeni kuracak. Yayınevleri; malın iyisini almaya özen gösterenleri de göz önüne alacak elbet; aynı kitabın lüks baskısını piyasaya sürecek. Parası olan o kitabı alacak. Liberalizmin beşiği ABD’de bu sistemle çalışan çok yayınevi var.
***
Kitap fiyatları neden düşmüyor?
Düşündüğümüzü yazamıyorsak, neden düşünüyoruz?
Ünlü yazarların önlerinde uzayan kuyruk, kitlesel etkileşimin sonucu olabilir mi?
Çok okunan kitabın iyi, az okunanın kötü olma olasılığı bir cahillik saplantısı mı?
Yazdığımızı okutmak ve kitabımızı tanıtmak adına neler yapmalıyız?
Yayınevleri telif haklarından mı korkuyorlar?
Bizler de almıyoruz telif; bakmayın siz sözleşmelere…
Basılsın da bir kitabım olsun bana yeter…
Yayınevleri sürekli haklı kardeşim… Bizlerin haklarını kim savunacak?
Bu soruların yanıtını bir yayıncı dostuma sormuştum fuarların birinde… Yanıtı ilginçti; “kitaptan çok yazar var piyasada abi, hangisiyle uğraşalım?”
“İyi de Selami Bey, patates çoğaldıkça ucuzlar, piyasaların yasası böyle…”
Güldü; “kitap sebze değil” dedi. “Yazar da çiftçi değil hocam…” dedim. “İnsanları bilinçlendiren, uyaran, düşündüren bir sihirdir kitap… Yazarın biri düşündüklerini yazıyor; bir başkası o düşüncelerden yeni düşünceler üretiyor; insan hatalarını, doğrularını o satırlarda bulabiliyor. Bu hizmetin de bir bedeli olmasın mı?”
“Biz ne yiyeceğiz Hasan Bey, kâğıt mı?”
O da haklı!
Yazmayı yaşamakla eş gören her yazar, insanı bilinçlendirmek ve cehaleti mahkûm etmek için çalışır. Onların kazancı paradan çok okutma aşkıdır, eğitmektir, bilinçlendirmektir, toplumu cehaletten kurtarmaktır. Geçmişte, yazarlığın övünülecek bir iş olmadığına inanan kız babaları vardı; ünlü de olsa kızlarını yazarlara, gazetecilere vermezlerdi. Kitap yerine konmayan o güzelim yapıtları, adam yerine konmayan o ünlü yazarlar yazmıştı geçmişte… Bugün de değişen bir şey yok… Dün kızlarını yazarlara vermeyenlerin torunları, bugün kitaba para vermiyor!
Bir şey daha öğrendim kitap fuarlarında; “parasız” kitapların beş para etmediğini… Paranın her şeyi satın alabileceğine inanmış bir “millet” var ve bu insanlar kitabın değerini, üzerindeki fiyata bakarak ölçüyor! Olağanüstü yetenekli bir okur kitlesi fuarlarda hava atıyor… Düşüncenin musluğu sanki yazarın elinde; alacağı paraya göre kısıp açıyor… Tam bir semt pazarı alışkanlığı. Bu yolu da denemedim değil! Kitaplarımı fuarlarda parası yetmeyen liseli gençlere armağan etmeyi severim. Görevini yapmış bir yazarın sevinci dolar yüreğime. Kitaplarımın önünde dururlar, bakarlar, alamazlar. Çağırırım onları; kitabımı imzalar, altına telefonumu yazar veririm. İsterim ki okuduktan sonra beni arasınlar, düşüncelerini söylesinler, benimle tartışsınlar… Bu güne değin o gençlerden hiç beni arayan olmadı. Üzülmedim; okumadıklarını biliyorum, çünkü parasız almışlardı! Bedava sirkenin baldan tatlı olduğu söyleyenler yanılıyormuş demek.
Okumak yazmaktan önce gelir
Okumanın zahmet, düşünmenin ve yazmanın emek istediği böylesi ulvi bir uğraş, son yılların en geçerli mesleği olup çıktı. Yazarlık kursları açıldı, millet medyada kuyruk… Yeteneklerini ehlileştirerek romanlar, öyküler yazmak, yeni bir moda günümüzde. Oysa “okumadan” yazmak, düşünmeden yol göstermek, edebiyatı es geçerek roman karalamak, Sait Faik’i okumadan öykü yazmak, Orhan Kemal’i tanımadan şehir insanlarını anlatmak, Yahya Kemal’i okumadan İstanbul’u şiirle betimlemek, Attila İlhan’ı içmeden aşkı yudumlamak olası değil. Bu yazarların geçtiği edebiyat tünelinden geçmeden; içinde yetiştikleri çağın sorunlarını kaleme alırken gösterdikleri özene dikkat kesilmeden; düzenle yaptıkları savaşımın bilincini ve nedenini kavramadan kalem oynatmak kolay mı? Yeteneklerini eğitimle, düşüncelerini bilgelikle güçlendirerek yazarlığın zirvesine ulaşmış bu insanlar kurs mu gördüler? Yaşar Kemal Çukurova’dan İstanbul’a geldiğinde, önce yazarlık kursuna mı yazıldı? Yoksulluktan okuyamamış bu dünya yazarının hocası kimdi, bilen var mı? Ya da, İnce Memed’i yazarken, “bir destan nasıl kaleme alınır?” üzerine bir eğitim gördüğüne tanık olan… Üstelik anımsayalım, Yaşar Kemal aynı zamanda çok iyi bir gazeteci ve söyleşi ustasıydı. Bir kitabını alıp özenle yeniden okuyun Yaşar Kemal’in… Size yazarlığı öğreten kurs hocanız, böylesi bir yapıtın ruhunu size kazandıracak, benzeri olsun yazmanızı sağlayacak beceriyi, nereden öğrenmiş olmalı ki sizlere aktarabilsin? Yaşamınızda yer etmiş, kişiliğinize dokunmuş, sevdanıza tanıklık etmiş nice şair, yazar, gazeteci, aydın, düşünür ve edebiyatçımız, yeteneklerini kullanarak yazmış ve okunmayı hak etmişken, kurslara para döken sizler, hangi konuda daha iyi yazmayı düşünüyorsunuz? Bu yazarlar çıtayı öyle yükseğe koydular ki, bir aşkı Cemal Süreya’dan daha iyi yazabilmek olası mı? Yazmaya kalksanız aşkınızı unutursunuz!
Öğretilmeyen şey, yetenek…
Hiçbir işim yok ama param var… Okudum, boşa gitmesin… Ben de onlar gibi yazabilirim, şansım da yanımda olursa… Sevdiğim kadına bir armağan, aşkımın bir romanı olsun… Adımın önünde “yazar” yazsın, kapılar açılsın, saygı göreyim… Ben yazayım, okuyan okur… Çevreme hava atarım, aranan biri olurum… Sevgili kocama söylerim şiirlerimi… Onlarca neden sıralayabiliriz yazar olma sevdası için. Gazetecilik mesleği de benim zamanımda böyle çekiciydi. Gazeteci olmak, sarı basın kartı alabilmek için Cağaloğlu’ndaki gazetelerin önleri, varsıl babaların şımarık çocuklarıyla doluydu.
Konuyu dağıtmadan sürdürelim; yazarlık yeteneği, eğitimle olgunlaşan kişisel bir ayrıcalığın adıdır. Bu kazanımdan sineğin yağını çıkartmak isteyen cehalet avcısı girişimciler, “geleceğin yazarlarını” keşfetmenin yarışına girdiler ve yazarlık kurslarını açtılar. Romancı, öykücü, tiyatro yazarı vb. olmak isteyenler bu kursları çok sevdi. Batı’da çok ilgi gören bu iş kolu, ülkemizde “yazar eksikliğini” giderecek gibi görünüyor! Fuarlarda öğrendiğim “kitaptan çok yazarın olduğu söylemi” bir abartı; ancak bu yazarlık kurslarının giderek, bu abartıyı gerçeğe dönüştürme gücü olduğunu yabana atamayız. Biliyorum; serbest piyasa ekonomisinde parası olan dilediği işi yapar, parasını kazanır, vergisini ödediği sürece onun adı girişimcidir. Talepleri görür, arzını sunar, kazanırsa ne ala… Sosyal medyada yoğunlaşan yazarlık kursların hizmet seyri de böyledir. Girişimci; yazarlığın, açtığı kursla gerçeğe dönüşebileceğini hedef kitlesine anlatmakla başlar işe… İnandırıcı metinlerle vereceği hizmetleri allar, pullar, parlatır. Yazarlığa heveslenen müşteri adaylarını usta çalımlarla kendine çeker. Reklam fırtınası başarılı olmuş, adaylar yazılmıştır deftere… Alan razı veren razıdır… Yazarlık eğitimi (!) büyük umutlarla başlar.
***
Kitabını bin bir emekle bastıran bir yazar düşünelim. Önce kitabını basacak bir yayınevi aramış, beğendirmiş, baskı giderlerini toparlamış ve bastırmıştır. Yüzü gülmüş ama paralar suyunu çekmiştir. O yazar şimdi kitaplarıyla baş başa ve yalnızdır. Kendisine sözü verilen kitap tanıtımları da birkaç ay sonra bittiğinde morali bozulur, yayıncısını arar… Bulamaz adamı, telefonlara çıkmaz; çıksa da çok işi olduğunu söyleyerek başından savar! Düşüncelerin kitaba dönüşmesi, kitap fuarlarında okurlarını beklemesi, bir tiyatro oyununun perdeleri gibi merakla izlenen bir süreçtir. Öncesi yazılmış, sonrası düşünülmüştür. Kurslardan yetişecek yazarların da izleyeceği oyun aynıdır. Doğru zamanda doğru yerde olanları saymazsak, içlerinden bir Orhan Pamuk çıksa, o da bir kazanç sayılmalıdır.
Atölyeden ressam çıkar, yazar çıkmaz!
Satılmayacak meta yoktur, yeter ki pazarlamasını bilelim. Düşler, hevesler, duygular, aşklar, ana-baba sevgisi, kucağınızdaki bebek, kapınızdaki köpek ve aklınıza düşen her şey, para getirecek birer araca dönüşebilir. Yazı Atölyelerin amacı da budur. Adaylara ders veren hocalar roman, oyun ve öykü yazmanın kurslarda öğretilemeyeceğini, hele edebiyat yapmanın yetenek gerektirdiğini bilmeyecek denli saf değillerdir. Yeteneklerini talebe göre kullanarak arza dönüştürmelerine ve para kazanmalarına diyecek bir sözümüz olamaz; ancak olayı sosyal etiklik yönüyle değerlendirdiğimizde, girişimci kardeşlerimize şunu anımsatabiliriz; “Ders verecek olgunluğa erişmiş bir yazarın gençlere öğretecek daha yararlı bilgileri olmalı! Bu insanların yazarlığa değil, yazılanları okumaya gereksinimleri var. Okuma sevgisini öğret… Edebiyatımızın değerlerini öğret… Türkçemizin dünyada en kullanışlı dili olduğunu öğret… Öz inancımızı öğret… Halk bilgelerini öğret… Bilimin değerini öğret… Türk’e Türk olduğunu öğret… Bağımsızlığımızı nasıl kazandığımızı öğret bir zahmet! Ama bunlar para getirmez, çünkü kursu yok!”
Bursa’da bir ilçe belediyesi, yazarlık kursu açmıştı bir zamanlar. Ünlü gazetecinin dersleri ilgiyle karşılanmıştı. Adamın parasını belediye ödüyordu. Kursun duyuruları caddeleri, sokakları süslendi günlerce… Kaç hafta sürdüğünü bilmiyorum ama sonuç hüsrandı. Sordum soruşturdum, gidenlerle konuştum, bir Tanrı kulu, “Allah razı olsun bu adamdan, yazarlığı da öğrendik sayesinde” diyemedi. Ceplerinden para çıkmamıştı bu insanların lakin düşleri, suya düşmüş kar tanesi gibi yok olmuştu. Usta yazarımız belediyeye teşekkürlerini sunarak, ağırlıklarıyla İstanbul’a dönmüştü. Afiyetle yemiştir!
Doğruları söyleyen de var…
Yazarlık atölyesi yöneten bir yazarın görüşlerini internette okuduğumda şaşırmadım. Vicdanlı ve yazarlık sorumluluğu taşıdığına inandığım bu girişimci, yaptığı işin bir anlamda “ticaret” olduğunu yadsımıyordu. “Hiç kuşku yok ki, yaratıcı yazarlık, bir ustadan öğrenilemeyeceği gibi, yaratıcı yazarlık bölümlerinde ya da atölyelerinde de öğrenilmez” diyordu. Ve sürdürüyordu; “ yazarlık, bireysel bir uğraş. Sonunda, her soruna çözüm arayan yazar adayı, bu beklentisinin tam karşılığını hiçbir yerde bulamayacaktır.”
Ne ilginç değil mi?
Anlaşılmaz olanı şu; bu insanlar bile bile o kurslara neden yazılır?
Edebiyatta usta çırak ilişkisi
Dünya edebiyatında görülmeyen, bizlere özgü usta-çırak ilişkisi, edebiyatımıza yüzlerce yazar kazandırmıştır. Usta bir berberin çırağına öğrettiği gibi, edebiyatımızın ustaları da yanların aldıkları yetenekli gençlere el verirlerdi. Bir anlamda bu usta-çırak ilişkisi, yazarların ve usta edebiyatçıların aralarında örgütlendikleri Ahilik geleneğini andıran, saygı, güven, sevgi ve bağlılık gerektiren bir dayanışmaydı. Eleştirmen Hilmi Yavuz’un bu ilişki konusunda söyledikleri, günümüzün kurslarına noktayı koyacak denli önemlidir; “Ben edebiyatın bir usta-çırak ilişkisi olduğuna inanıyorum. Edebiyat bir tür tarikat ilişkisi gibidir. Yani siz ehl-i tarik olursanız mutlaka bir mürşit, bir yol gösterici gereklidir. (…) Tabii belli bir noktadan sonra ister istemez kendiniz oluyorsunuz. Çünkü belli bir noktaya gelince ustanız artık size öğretecek bir şeyinin olmadığını söylüyor. Artık kendi kimliğinizi bulmuş oluyorsunuz, kendi şiirinizi yazmaya başlıyorsunuz. Şairlik ise usta gerektirmeyen bambaşka bir yetenek! Pablo Neruda genç şaire verilecek öğüt yoktur der…”
Yazarlık kurslarının bir yanılsama olduğunu kurs bittiğinde anlayanlar olacaktır. O heyecanlı ve yazma hevesleri kullanılmış gençlere anımsatmak isterim; “Yazar olunmaz, yazar doğulur!”